“her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabı öyküsünde. benimki de öyle...
heidelberg, ‘alt stadt’ bölgesi-almanya
arabanın silecekleri, yağmur sularını sağa sola savurmakta aciz kalıyor. direksiyon başında yaşlı şoför ve ben gecenin ıssızlığında karanlık bir ormanın içinde yol alıyoruz. istasyondan bindiğim eski ve her yanından başka bir ses gelen araba, bahçe içindeki beyaz evin önünde duruyor. şoför omzunun üzerinden “burası” diyor. önceden anlaştığımız paranın biraz üzerindeki tutarı uzatıp dışarı fırlıyorum. çantamı kafama siper ederek mermer merdivenleri hızla çıkıyor, kendimi sundurmanın altına atıyorum. üstümü başımı düzeltip zili çalmaya yeltendiğimde, kapı kendiliğinden açılıveriyor.
45-50 yaşlarında, hizmetçi kıyafetli kadın bana bakıyor ve geriye çekilerek içeri buyur ediyor. dışarıdan küçük bir saray yavrusu gibi görünen evin hayal ettiğim kadar büyük olmadığını fark ediyorum. antrenin her iki yanında kapıları açık duran birer oda, üst tarafta ise iki basamakla çıkılan bir hol var. iki adım atıp içeri girdiğimde kapı arkamdan kapanıyor. hizmetçi bana holdeki kanepeyi göstererek oturmamı söylüyor, oturuyorum. üzerinden sular süzülen çantamı ayak ucuma bırakıp ahşap merdivenlerden yukarı çıkan hizmetçiyi izliyorum. üç dört dakika sonra siyah takım elbisesi, beyaz gömleği, siyah kravatıyla 25 yaşlarında bir genç aşağıya iniyor. saçları özenle ortadan ayrılarak taranmış, bıyıklı bir genç. dikkat çekecek derecede beyaz, kumaş eldivenler var ellerinde. eldivenlerini çıkarmadan bavyera aksanlı almancasıyla “merhaba” diyor. “merhaba” diyorum, eldivenli elini sıkarken.
“bayan sava size yatacağınız odayı göstersin, dinlenin, sabah kahvaltıda konuşuruz” diyor. o bunu söylerken bayan sava çağrılmış gibi merdivenlerden iniyor. ayağımın ucunda, yerde duran çantamı alıyor ve tekrar merdivenlere yöneliyor. ben de arkasından çıkıyorum. girdiğim küçük odada tek kişilik bir yatak, üzerinde sürahi ve bardak olan bir komodin, yerde de küçük bir halı var. hepsi bu. henüz sesini duymadığım sava, dışarı çıkıp arkasından kapıyı kapatır kapatmaz kendimi yatağa atıyorum. O sırada gözüm komodinin üzerindeki kataloğa takılıyor. alıp bakıyorum. kapakta; ‘heidelberg üniversitesi dil bilimi ve ses enstitüsü papağan dili yüksek lisans bölümü’ yazıyor. gülümsüyorum. bunun için buradayım. açmadan yerine bırakıyorum. gözlerim kapanıyor...
2 gün önce. cağaloğlu-istanbul
nefes nefese girdiğim gazete binasının üçüncü katındaki spor servisine asansörü beklemeden merdivenden çıkıyorum. geç kaldım… servise girerken Belgin hanım gülümseyerek, “seni dış haberlerden bekliyorlar” diyor. içimden “oğlum yurt dışına maça gidiyorsun” diyerek sırıtıyorum. aynı hızla, dış haberler müdürünün yanına çıkıyorum. müdür, “senin almancan iyiydi değil mi” diye soruyor. “evet” diyorum heyecanla. “ailem hâlâ almanya’da, ben de çifte pasaportluyum.” kafasını sallayıp “almanya’da sana ihtiyacım var. bu işi verebileceğim başka kimse yok. herkesin işi başından aşkın” diyor. küçümsüyor mu bizi bu herif? ne de olsa spor servisi çalışanları diğerlerine göre bir avuç yaygaracı. üstelik ben, bu yaygaracılar arasında bile çaylağın tekiyim. “heidelberg’e gidiyorsun” diyor. sonra ezberden okuyamayacağını düşünerek önündeki kağıt yığınından bir sayfa çekiyor. heidelberg üniversitesi dil bilimi ve ses enstitüsü papağan dili yüksek lisans bölümü. “buraya gideceksin... detayları sana editör anlatacak, yanına uğra.”
kapı çalıyor. uyanıyorum. Ortalık henüz aydınlanmamış. nerede olduğumun ayırdına varıyorum. bayan sava’nın sesi geliyor. “guten morgen herr ali!” saatime bakıyorum, 06.30. içimden sırp asıllı olduğunu tahmin ettiğim alman sava’ya küfür savuruyorum, uyku sersemliğiyle. “kalktım bayan sava” diye sesleniyorum. ayak sesleri uzaklaşıyor. yattığım gibi kalkıyorum yataktan. giyiniğim... çantamı alıp odadan çıkıyor, sofaya iniyorum. enstitü müdürü delikanlı özenle taranmış saçları, sinekkaydı tıraşı, ellerinde kar gibi beyaz eldivenleri ve üzerindeki siyah takım elbisesinin içindeki kolalı beyaz gömleği ile bir dük edasıyla bekliyor. günaydınlaşıyoruz, “kahvaltıdan önce size çalışmalarımızı yerinde göstermek isterim” diyor. sofanın dip tarafındaki kapının kilidini üç kez çevirerek açıyor ve arkamızdan üç kez kilitliyor. anahtarı cebine sokuyor.aşağıya, mahzene doğru iniyoruz. yerin üç kat altına kadar inen bir merdiven bu. indiğimiz zemin siyah beyaz karo taşları ile bir satranç tahtasını andırıyor. zeminin tam ortasında en az üç metre yüksekliğinde, belki beş metre çapında çok büyük bir kafes var. içinde iki kaplan pekâlâ birbirine değmeden dolanabilir. burası orta çağ şatolarının mahzenlerinde bulunan küçük bir şapeli andırıyor. çok yüksek bir kubbesi var. kubbenin tam ortasından büyük bir türk bayrağı kafesin üzerine kadar iniyor. duvarlar, osmanlı dönemine ait çizimler, hilalli bayraklar, yeniçerilerin yer aldığı savaş sahneleriyle kaplı. konuya vakıf olmakla birlikte, mahzende bu görüntülerle karşılaşacağım aklımın ucundan bile geçmemiş. yanımda durarak dikkatle beni izleyen müdür ben sormadan sakince cevaplıyor. “öğrencimizin yaşamını sürdüreceği kilisenin birebir kopyasını yarattık burada.”
dış haberler servisinin editörü beni sırıtarak karşılıyor. “sanki bu işi sana mı kilitlediler” dercesine bir sırıtış bu. hemen konuya giriyor. spor muhabiri ile muhabbet etme meraklısı değil elbette. “müdürüm anlatmıştır işi. sana detayları vereyim.” bahsedilen köy; viyana seferleri döneminde yeniçerilerin uzun süre kaldığı, kimisinin de yerleşip çoluk çocuğa karıştığı bir köy. o nedenle köye, ‘‘küçük türkiye’’ deniyor. köyün maskotu olan bir de kuş var. kuş dediysek öyle sıradan bir kuş olduğunu sanma, oldukça yetenekli bir papağan. kuşa pek çok türkçe kelime öğretilmiş; ‘allah allah, canım, canım benim, gülüm’ gibi. hoşlanmadığı kişileri ise tek bir kelimeyle karşılarmış, ‘manyak’.
papağan bir gün ortadan kaybolmuş. tüm aramalara rağmen bulunamamış. ününü bu papağana borçlu alan köy halkı onun kaybolması üzerine paniğe kapılmış. bizim gazetenin almanya baskısı bunu haber yapınca, diğer alman gazeteleri de olayın üzerine gitmeye başlamış. gazete kayıp papağanın bulunması için bir kampanya başlatmış. türkler ve almanlar olaya büyük ilgi duymaya başlamışlar hatta, nürnberg başkonsolosu ve türk dernekleri köyü ziyaret etmişler.” editör ara verip sigarasından bir nefes, çayından bir yudum alıyor, benim şaşkın bakışlarım altında sırıtarak anlatmaya devam ediyor. “neticede papağan bulunamıyor. bunun üzerine seylan’dan ikinci bir papağan getiriliyor. sıra köyün yeni maskotuna türkçe öğretilmesine geliyor. bizim gazete yeni bir kampanya yaparak papağana türkçe öğretecek bir aile aramaya başlıyor. bu haber gazetelerde yayınlanır yayınlanmaz, hem gazetenin hem de köyün yetkilisi herr fliegauf’un telefonları kilitleniyor. sonunda stuttgart’ta yaşayan bir türk ailesi uygun bulunuyor. ancak bu sefer köy halkı papağanın almanca da öğrenmesini istiyor.
olay, iki dil konuşması istenen bir papağan meselesine dönünce araya heidelberg üniversitesi giriyor ve ‘bu iş aileyle falan çözülemez, bu bir uzmanlık alanıdır ve bilimin işidir’ diyerek papağanın hem almanca hem türkçe eğitiminin bir yıl boyunca Üniversitelerinin dil bilimi ve ses enstitüsü bölümünce verilmesini talep ediyor. bu kabul görünce üniversite senatosu toplanarak papağan dili yüksek lisans bölümünü açıyor. ardından ali’nin bölüme kaydı yapılıyor. anlayacağın, papağan ali, master’ını tamamlamış, bu hafta mezun oluyor.”
editör, kendi kendine yanıp filtresine dayanmış sigarasını küllüğe bastırarak bana bakıyor. bense, dinlediğim her şey çok mantıklı, anlatılan hikâyede hiçbir absürtlük yokmuş da tuhaf olan tek şey oymuş gibi soruyorum.
“papağanın adı ali miymiş?” “evet, kaybolanın ali’ydi, bunun adını da ali koymuşlar. adaşın!”
gözüm mahzenin yüksek kubbesinden sarkan türk bayrağı ile kafese kayıyor. o ana kadar fark etmediğim, kafesin tellerine pençeleri ve gagası ile tutunmuş bana bakan papağanla göz göze geliyorum.
sesini çıkarmadan arkamda duran genç enstitü müdürüne dönüp, “ali bu mu” diye soruyorum cevabını bildiğim hâlde. “evet” diyor müdür “kendisi ile konuşabilirsiniz” deyince, kafese iyice yaklaşıp rengârenk tüyleri ile put gibi kımıldamadan duran papağana “n’aber ali” diyorum. ali doğrudan cevaplıyor “manyak!” ben şaşırıp müdüre bakıyorum. o ise ellerini arkasında kavuşturmuş, dimdik duruyor ve gülümsüyor. “yirmiye yakın türk öğrenci, papağanla konuşabilirsiniz dendiğinde hemen hepsinin ilk sözü “n’aber” oldu. biz de bu soruya karşılık olarak öğrencimize manyak demeyi öğrettik” diyor. hayatımda bu kadar bozulduğumu hatırlamıyorum. bir türk olarak kanıma dokunuyor bu durum. müdür bu kadar yeter dercesine “hadi artık yukarı çıkalım, bild’in muhabiri de gelmiştir. diploma töreni sonrasında onu size emanet edeceğiz” diyor. birlikte merdivenleri tırmanıyoruz, müdür önde, ben arkada. kapının kilidini üç kez çevirip açıyor ve anahtarı kapının dışında bizi bekleyen bayan sava’ya uzatıyor. sofada oturmuş bekleyen bild muhabiri bizi görünce ayağa kalkıyor.
müdür, 20’li yaşlarında, gözlüklü, bir çömez olduğu ilk bakışta anlaşılan muhabirin elini sıkarken “hoş geldiniz bayan gulay” diyor. bild de bir çömez türk göndermiş bu konunun manâ ve ehemmiyetine binâen!
sofadaki yuvarlak masanın etrafına oturup masanın üzerinde hazır duran 20 sayfaya yakın ‘öğrenci teslim belgesi’ni bayan gülay ile birlikte tek tek imzalıyoruz. Bu sırada bayan sava, elinde taşıdığı büyükçe bir kafesle birlikte öğrenci papağan ali’yi de sofaya getiriyor. hepimiz ayağa kalkarak, müdürün bize sunduğu kırmızı bir kurdele ile bağlı rulo hâlindeki ‘heidelberg üniversitesi dil bilimi ve ses enstitüsü papağan dili yüksek lisans bölümü diploması’nı teslim alıyoruz...
kapıdan güneşli bir heidelberg sabahına çıkıp, mermer basamaklardan aşağı inerek demir parmaklı bahçe kapısının önünde bizi bekleyen ve üzerinde ‘universität zu heidelberg’ yazan siyah volkswagen minibüse biniyoruz. ben, gülay ve ali... araba bizi ali’nin yeni ikâmetgâhı ipthausen köyü kilisesine ulaştırmak üzere hareket ediyor... bu sırada yeni mezun ali, gülay’ın merhabasını karşılıyor, manyak!
“her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabı öyküsünde. benimki de öyle...
kadıköy-2017
Comments