top of page
  • Yazarın fotoğrafıAli Tanrısever

Adımı Kaybettim

Kaç kez adımı yitirdim, sayısını unuttum. Rüzgârın öfkesiyle savrulan yapraklar gibi ansızın kayboluverirdi adım. Ne zamanını ne de sebebini bir türlü kestiremezdim. Bir anlığına gizemli bir isimsizliğin kucağına bırakılırdım. Bir insanın adının ne kadar önemli olduğunu o zaman idrak ederdim. Adımın tatlı çağrışımlarını, hatıraları ve hayatımı belirleyen kimliğimi terk etmek, bir isimsiz olarak yola devam etmek ilk zamanlarda çok zor geliyordu.


İsimler munis, alışılandırlar, yadırganmazlar; ahbap, dostturlar. İnsanlardan kolayca kaçmazlar, içinize işlemişlerdir, sokulgandırlar. Hümanist bir yapıyla programlandırılmışlardır. Ancak bazen biraz vahşi, biraz yabandırlar. Arada ıssız bir tenhaya sığınmak, insandan kaçmak, kimseyle diyaloğa girmemek isteyebilirler. İçe dönüktürler; âdeta platonik bir âşık gibidirler.


Adımı yitirmeyi her zaman öyle kolay kabullenemezdim. İsmimin yerini başka bir isimle doldurmak da imkânsız gibiydi. Soruyordum kendime; adsız ne kadar yaşayabilirim ve bir daha hiç bulamazsam adımı ne yaparım? Daha doğrusu ne derler bana, nasıl çağırırlar beni?


Oysa, insanın yüzünü kaybetmesi daha kötüydü. Ben hiç yüzümü kaybetmedim ama kaybedenlerin hikâyelerini dinledim. 12 Eylül sonrası bıraktığı sakalını yıllar sonra kesen biri yüzünün aynada yitip gittiğini anlatmıştı. Kendisinde kalan bu yabancı yüzü beğenmediğini, bir türlü benimseyemediğini, bazı sabahlar aynada yüzünü görünce “Bu da kim yahu?” dediğini anlatmıştı.


Neyse, bizim konumuz yitirilen yüzler değil, yitirilen adlar.

Yitik adım bazen öyle oraya buraya savrulur ki onu nerelerde bulup toparlayacağımı tahmin dahi edemem. Larvasını besleyip büyütmüş, onu kelebek hâline getirmiş, bir kabuk gibi kaldığını hisseder insan. Kelebeği kanatlanıp gitmiştir...


Bazen çılgın bir denizin devirdiği dalgada, bazen bir vişne bahçesinde, gümüş bir şafağın içinde bazen, bir minik bebeğin sımsıkı kapalı avucunun içinde, toprağa sımsıkı sarılmış tohumun kalbinde çıkıverir ortaya, geri döner birden ve bir daha gidene kadar tekrar, yeniden bir ismim olur.


Aslında bu çoğunlukla bir gece sürer. Taptaze bir güneşle tekrar ismine kavuşur insan genellikle.

İsimsiz, tehlikeli uykulardan sonra.

İşte günlerden geçen gün sabah kalktım; ismim yok. Adımı kaybettim yine.


Çıktım balkona, sabahın serinliği vursun yüzüme ve ayılayım isimsiz bir sabaha diye.


Bir bağ bahçe kokusu var havada, alınca derin bir nefes. “Domates var, patlıcan var, ayşekadın, biber var, şeftali var, kavun, karpuz var” diye bağırıyor Meksikalı.


O da ismini kaybetmiş mi bilemem ama, “Meksikalı” diyor herkes ona.

Atının arkasına bağladığı arabasında satıyor bağırdıklarını ve daha birçok bağırmadıklarını da. İsmen bağırılmasalar da bekliyorlar kasalarında onlara da bir müşteri çıkar elbet diye sessiz, vakur öylece duruyorlar bir kıyısında at arabasının.


Bilir misiniz? Paslı bir dil ile uyanırsınız gece sizi terk etmişse isminiz. Kum yalamış gibi kötüdür, küflü gibidir diliniz. Bir şeyler yemek, kumu, pası atmak istersiniz ama kolay değildir o kadar.


Öyle dolabı açıp bir şeyler atıştırmakla geçmez o kum yalamış dil. Bir bilgi işidir bu biraz, tecrübedir tabii biraz da.

Benim de o sabah ilacım olacak gibi geldi ağaçta pişmiş, dalında sevgi ile büyümüş, aşk ve şefkatle döllenmiş gülgillerden olgun bir armut..


Terliklerimi geçirdiğim gibi ayağıma, koşturdum arkasından Meksikalının.


Seslendim “Hey baksana!” diye.


Duydu, baktı gerisin geriye bana doğru ve sonra dönüp “Hoop oğlum!” diye asıldı dizginlerine atının.


Durdular hep birlikte; at önce, araba sonra ve sebze meyveler en sonunda.


“Armut alacağım” dedim.


At huysuzdu. Sanki bir an önce gitmek istiyordu, başına bir şey gelecekmiş gibi. Başı dönüyordu sanki, hızla daireler çizerken kuyruğuyla.


Anlam veremedi besbelli Meksikalı da atın bu huysuzluğuna ve “Dur oğlum Ali” deyiverdi birden kızarak.


Ben yorgun, ben dilim pas, ben alnım uykulu, asfalt daha sabahın bu saatinde sıcak ve daha da çok var imbata, elimde armut poşeti,

“Atın adı Ali mi” diye sordum ben öylesine, ben sessizce, ben solgunca.


“Evet” dedi Meksikalı “Adı, Ali...”


Bu kez de bir atın terkisinde bulmuştum adımı. Aldım geldim adımı armut ile beraber. Armut dolapta şimdi. Bense adımla besleniyorum sabahtan beri.





コメント


bottom of page