top of page
  • Yazarın fotoğrafı: Ali Tanrısever
    Ali Tanrısever
  • 7 Eyl 2022
  • 6 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 17 Eyl 2022

“yaşamımız boyunca içimizde biriken sırlar zamanla sırtımızda koskoca bir yük oluyor, bu yükün altında eziliyor, hayatımızı karartıyoruz. oysa başka insanlara, hatta hiç tanımadığımız, bir daha görmeyeceğimizi düşündüğümüz insanlara bu sırlarımızı anlatmalı, sırlarımızla onları geçici bir süre de olsa üzmekten çekinmemeli, insanlardan, insanlıktan nefret edecek olmalarına aldırış etmemeli, gerekiyorsa onları derinden yaralamalı sonra da huzur içinde kaldığımız yerden hayatımıza devam etmeliydik.


anlatacağım olay 2009 yılının nisan ayında geçti. tam tarih isterseniz, 20 nisan 2009. olay mahalli; van gölü ekspresi. bu olayı düne kadar tamamen unutmuştum. bana yeniden hatırlatan ve onu yazmaya değer bir hikâye hâline getiren, internette dolanırken bir yabancı dergide gördüğüm fotoğraf ve altındaki haber oldu.

hikâyenin başına, yani 2009 yılına dönersek, istanbul-haydarpaşa’dan bindiğim trende yolculuğum yataklı vagonda başlamış, vagon elektrik sistemlerindeki arıza nedeniyle eskişehir’de trenden ayrılınca kuşetli vagonda devam etmişti. ve ister istemez vatandaştan tecrit edilmiş yataklı vagondaki hayatımdan, trenin doğal ahalisi arasına karışmıştım.

beni altı kişilik kompartımanlardan boş bir tanesi bulunamadığından tek bir yaşlı amcanın seyahat ettiği kompartımana yerleştirdiler. başında kilim desenli el örgüsü beresi, üzerinde eprimiş yine el örgüsü hırkası ile oturan kırlaşmış seyrek sakallı amca, güler yüzle selamladı beni. sırt çantamı üstteki rafa yerleştirip karşısına, pencere kenarına oturdum. hiç tanımadığım insanlar için iyi bir yol arkadaşı olamamışımdır. yolculuklarda hiç konuşkan değilimdir. çok konuşanı da sevmem. allah’tan amca pek konuşkan görünmüyordu. aradan geçen yarım saatte sırf sohbete başlamış olmak için “nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun” diye bile sormadı. pencere önündeki açılır kapanır metal rafın üzerinde duran deri kılıfın içinden çıkardığı sigara kağıdına buruşuk elleriyle mahir bir şeklide tütünü yerleştirip sardı, dilinin ucuyla ıslatıp yapıştırdığı mükemmel sigarasını iki parmağı arasına kıstırıp kompartımandan çıkmadan önce “tüttürür müsün bir tane de sen” diye sordu. “yok” dedim, kullanmadığımı söyleyip teşekkür ettim. cevap vermeden sürgülü kapıyı açıp çıktı ve arkasından tekrar sürdü, kapattı. koridorda açık pencere önünde sohbet eden iki jandarma erinin yanında sigarasını yaktı ve dışarı doğru üfürdü ilk dumanını. onu izlemeyi bırakıp sırtımı koridora verdim ve pencereden dışarı bakacak şekilde soğuk deri kanepeye boylu boyunca uzandım. pencereden ardı ardına geçen telefon direkleri ve bembeyaz bulutlar uykumu getirmeye, göz kapaklarımı zorlamaya başlamıştı.

ve sonunda trenin beşik gibi sarsıntısı ve tekerlerin ninni gibi gelen takırtıları arasında uyumuşum. uyandığımda amca cam kenarındaki yerinde oturuyordu ve adeta benimle etmekte olduğu derin bir sohbetin içindeydi. sanki ben uyurken sohbet ediyorduk. daha doğrusu o bana bir şey anlatıyordu ve ben dinliyordum. uykumda! benim uyandığımı görünce devam etti sohbetine. “efendim” dedim uyku sersemliği içinde. “duyamadım” diye yeniledim. “sırlarımız” dedi amca. “hayatımızın önemli olaylarını kendimize ait bir sır olarak saklıyor, buna karşılık önemsiz, saçma sapan, gülünç olaylarını ballandıra ballandıra, uzata uzata herkesle paylaşıyoruz.” diye devam etti.

neden bahsettiğini, bunu nereden çıkardığını, bu konuya nasıl geldiğimizi anlayamamanın verdiği şaşkınlık içinde evet dercesine başımı salladım, dediklerini tasdik ettim. o, devam etti. “yaşamımız boyunca içimizde biriken bu sırlar zamanla sırtımızda koskoca bir yük oluyor, bu yükün altında eziliyor, hayatımızı karartıyoruz. oysa başka insanlara, hatta hiç tanımadığımız, bir daha görmeyeceğimizi düşündüğümüz insanlara bu sırlarımızı anlatmalı, sırlarımızla onları geçici bir süre de olsa üzmekten çekinmemeli, insanlardan, insanlıktan nefret edecek olmalarına aldırış etmemeli, gerekiyorsa onları derinden yaralamalı sonra da huzur içinde kaldığımız yerden hayatımıza devam etmeliydik. hiçbir şey olmamış gibi. sırlarımızı bu insanlara açmaktan sakınmamalı, utanç duygusundan yoksun olmalıydık” dedi ve pencereden dışarı baktı.

düzgünce kurduğu cümleler, meramını anlatmadaki ustalığı ve kullandığı kelimeler karşısında şaşkına dönmüştüm. o anda konuşmakta olduğum amca uyumadan önce gördüğüm amca mıydı, yoksa ben rüyada mıydım ayırdına varamıyordum.


uykunun da verdiği sersemlik içinde bir cevap verip sohbeti anlamlandırmaya çalıştım ve “sırlarımızla hiç tanımadığımız insanların canını sıkmak iyi bir davranış şekli mi” diye sordum. amca soruma cevap veriyormuş gibi değil, monoloğuna devam ediyormuş gibi, “içindeki huzursuzluğu, huzuru yerinde görünen birine bulaştırabilme gücü, her huzursuz insanın elinde tuttuğu bir silahtır” dedi ve devam etti. “içinde ne varsa huzurlu insanın üzerine boşaltır, bir hayatı daha piç etmenin geçici rahatlığı ile baş başa kalırsın. kim bilir belki huzuru yerinde olan insanlar da bir şeylerin yanlış gittiğini, yaşamlarında yanlış bir şeylerin var olduğunu, kendisinin de diğerleri gibi huzursuz olması gerektiğini düşünüyor olabilir” diye sürdürdü konuşmasını. ben de cümlesinin devamını getirdim. “işte artık ona da huzursuz bir birey olarak aralarına katılma şansı verilmiştir. hoş gelmiştir huzursuzluk kardeşliğine!” dedim.

amca gülümseyerek “kapıyorsun işi” dedi. senden iyi bir “anlatıcı” olacak. “anlatıcı mı” dedim. evet dedi “anlatıcı.” olayı yavaş yavaş çözmeye başlamıştım. amcanın bana anlatıp rahatlayacağı, huzur bulacağı ve kendini bir yükten kurtaracağı bir sırrı vardı ve bunu bana anlatacaktı. hiç uzatmadan sordum.

“yani senin de bir sırrın var ve bunu bana anlatıp huzur bulacaksın, öyle mi” dedim. cevap vermeden devam etti. “olay bugün Pakistan toprakları içinde olan Kotal ordu karargâh alanında geçti” dedi. “O zamanlar bu yer ingiliz sömürgesi altındaki hindistan topraklarıydı. senin orada ne işin vardı dersen onu dedelerime sorman gerekirdi. 17 yaşlarımda bir gençtim o zamanlar. ingiliz ordu karargâhında ingilizce de bilen bir yerli olduğumdan getir götür işlerine bakan maaşlı bir eleman olarak çalışıyordum. ceymis adında bir ingiliz subayın emir eri gibi bir şeydim de aynı zamanda. bu ceymis bir gece ayakta duramayacak derecede sarhoş bir şekilde karargâha geldi. bağırmaları, çağırmaları, küfürleri ile tüm karargâhı ayağa kaldırmıştı. aslında tek bir şey söylüyor ve ardından küfrediyordu. ‘tutuklayın bu ağacı!” avluda 6-7 asker ceymis’i zor zapt ediyor, ağacı tutuklayın derken ne demek istediğini anlamıyorduk. sonra biraz sakinleşti ve avlunun ortasındaki tek ağacı işaret ederek ‘bu ağaç yalpalayarak üzerime doğru yürüdü ve beni tehdit etti’ dedi. bir ingiliz subayını tehdit edip üzerine yürüyen bu ağacın tutuklanması gerekmekteydi!


ancak ben, bir emir erinin söylemesi ve yapması gerekeni yapmamış, ağacı hemen tutuklamamış! bunun yerine, “efendim siz oldukça sarhoşsunuz, sizi odanıza götürelim ve yatıralım, yarın gereken neyse yaparız” demiştim. bunu duyan ceymis bana okkalı bir yumruk savurmuş, gözümün üzerine aldığım darbe ile acı içinde kıvranarak yere düşmüştüm. ben yerden zar zor kalkarken askerler ağacı tutukluyorlardı” dedi ve bir sigara daha sarmaya başladı. sigarasını sararken anlatmaya devam etti. “ağaç tutuklandı ve dört beş yerinden toprağa zincirlendi.” hazırladığı sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırırken ayağa kalktı ve yukarıdaki raftan küçük çantasını indirdi. tren bu sırada büyük bir sarsıntıyla durdu. koridordan gelen seslerden bir istasyona geldiğimizi anlamıştım. amca, “benim yolculuğum buraya kadar delikanlı, burada iniyorum ben” dedi ve kompartımanın kapısını sürerek dışarı çıktı. ben de arkasından koridora çıktım ve “bu anlattığın başta söylediğin gibi dinleyenin canını sıkacak, anlatıcıyı da rahatlatacak bir sır değil ki, olsa olsa hoş, komik bir anı” dedim.



amca hiçbir şey söylemeden yürüdü ve trenin basamaklarından inerek bir peronu bile bulunmayan istasyonun çıplak, toprak zeminine ayak bastı. ben pencereden kafamı çıkararak ona bakakaldım. birden dönüp pencerenin önüne doğru yürüdü. etrafına şöyle bir bakındı ve bana doğru uzandı. ben de pencereden iyice aşağı doğru sarkarak ona yaklaşmaya çalıştım. amca fısıltı hâlinde bir sesle, “ceymis o gece iki çavuşunun da yardımıyla bana tecavüz etti” dedi. durdu, benim dehşetten donakalmış hâlimden memnun olmuşçasına gülümseyerek devam etti. “ve ben onu, yaklaşık üç ay boyunca yemeklerine azar azar kattığım bir zehirle öldürdüm. tecavüzü bilen en azından üç kişi vardı ama işte bunu, benden başka bilen tek kişi şimdi sensin” dedi.


ben ikinci şokumu yaşarken yüzüne yerleşen huzurlu bir insan ifadesi ile “bir anlatıcı’nın dikkat etmesi gereken en önemli husus şudur; sırrını anlattığı kişinin yanında, onun da kendisine bir sırrını anlatmasına fırsat verecek kadar kalmamak. bu bir alış veriş değildir. bu bir diyalog, bir anlatıcı-dinleyici ilişkisi de değildir. bu bir monologdur. anlatırsın ve gidersin. senin suratındaki bu ifade, anlatıcının ödülüdür” dedi ve dönerek yürümeye başladı.

trenin durduğu istasyon uçsuz bucaksız bir ovanın ortasındaki küçük bir istasyondu. tek bir salondan oluştuğu görünen istasyon binasından başka etrafta görünen tek bir yapı yoktu. çok uzaklarda dağın yamacına yaslanmış silüet hâlinde görünen minaresiz küçük köyden başka. indiği toprak zeminde istasyona doğru yürüdü, camlı kapısını itip içeri girdi ve kayboldu. van’a ulaşana kadar ve oradan geçtiğim iran’da sürdürdüğüm seyahat boyunca aklımdan çıkmayan bu olay beni o zamanlar çok etkilemişti.


işte başta 2009 yılında olan ve benim aklımdan çıkmış gitmiş dediğim bu olayı internette “tutuklu ağaç” başlığı altında görünce yeniden hatırladım. ve amcanın bir hikâyeyle başlayan ve bir sırla biten o gecesi büyük bir anlam kazandı. ve daha da inandırıcı bir hikâye hâline geldi. size de yazabileceğim ciddi bir hikaye. amcanın anlattığı bu hikâye ile haberdeki tarih karşılaştırıldığında amcanın yüz yaşın epey üzerinde olması gerektiği bir teferruat olarak durmakta. bu hikâyenin yazarının alışkın olduğu küçük bir teferruat!“



Şöyle diyordu fotoğrafın altındaki haberde; “Pakistan’da Landi Kotal ordu karargâh alanında, sanki kaçmasını önlemek için yere zincirlenmiş bir banyan ağacı vardır. Bu hikâye, alkol etkisi altındaki James Squid adındaki bir İngiliz subayın, meydandaki balyan ağacının yalpalayarak üzerine doğru yürüdüğünü ve kendisini tehdit ettiğini, bu ağacın tutuklamasını çavuşuna söylemesiyle başlar. Çavuş çaresiz ağacı tutuklar..! ve yere zincirlerle bağlar. Aradan geçen yüzyıldan fazla zamandır ağaç bugün hâlâ zincirli bir hâlde sembol olarak alanda durmaktadır. ve üzerindeki tabelada şu sözler okunmaktadır: “ben tutuklu değilim”

her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabı öyküsünde. benimki de öyle...




  • Yazarın fotoğrafı: Ali Tanrısever
    Ali Tanrısever
  • 21 May 2022
  • 5 dakikada okunur

“her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabı öyküsünde. benimki de öyle...


heidelberg, ‘alt stadt’ bölgesi-almanya


arabanın silecekleri, yağmur sularını sağa sola savurmakta aciz kalıyor. direksiyon başında yaşlı şoför ve ben gecenin ıssızlığında karanlık bir ormanın içinde yol alıyoruz. istasyondan bindiğim eski ve her yanından başka bir ses gelen araba, bahçe içindeki beyaz evin önünde duruyor. şoför omzunun üzerinden “burası” diyor. önceden anlaştığımız paranın biraz üzerindeki tutarı uzatıp dışarı fırlıyorum. çantamı kafama siper ederek mermer merdivenleri hızla çıkıyor, kendimi sundurmanın altına atıyorum. üstümü başımı düzeltip zili çalmaya yeltendiğimde, kapı kendiliğinden açılıveriyor.


45-50 yaşlarında, hizmetçi kıyafetli kadın bana bakıyor ve geriye çekilerek içeri buyur ediyor. dışarıdan küçük bir saray yavrusu gibi görünen evin hayal ettiğim kadar büyük olmadığını fark ediyorum. antrenin her iki yanında kapıları açık duran birer oda, üst tarafta ise iki basamakla çıkılan bir hol var. iki adım atıp içeri girdiğimde kapı arkamdan kapanıyor. hizmetçi bana holdeki kanepeyi göstererek oturmamı söylüyor, oturuyorum. üzerinden sular süzülen çantamı ayak ucuma bırakıp ahşap merdivenlerden yukarı çıkan hizmetçiyi izliyorum. üç dört dakika sonra siyah takım elbisesi, beyaz gömleği, siyah kravatıyla 25 yaşlarında bir genç aşağıya iniyor. saçları özenle ortadan ayrılarak taranmış, bıyıklı bir genç. dikkat çekecek derecede beyaz, kumaş eldivenler var ellerinde. eldivenlerini çıkarmadan bavyera aksanlı almancasıyla “merhaba” diyor. “merhaba” diyorum, eldivenli elini sıkarken.


“bayan sava size yatacağınız odayı göstersin, dinlenin, sabah kahvaltıda konuşuruz” diyor. o bunu söylerken bayan sava çağrılmış gibi merdivenlerden iniyor. ayağımın ucunda, yerde duran çantamı alıyor ve tekrar merdivenlere yöneliyor. ben de arkasından çıkıyorum. girdiğim küçük odada tek kişilik bir yatak, üzerinde sürahi ve bardak olan bir komodin, yerde de küçük bir halı var. hepsi bu. henüz sesini duymadığım sava, dışarı çıkıp arkasından kapıyı kapatır kapatmaz kendimi yatağa atıyorum. O sırada gözüm komodinin üzerindeki kataloğa takılıyor. alıp bakıyorum. kapakta; ‘heidelberg üniversitesi dil bilimi ve ses enstitüsü papağan dili yüksek lisans bölümü’ yazıyor. gülümsüyorum. bunun için buradayım. açmadan yerine bırakıyorum. gözlerim kapanıyor...

2 gün önce. cağaloğlu-istanbul

nefes nefese girdiğim gazete binasının üçüncü katındaki spor servisine asansörü beklemeden merdivenden çıkıyorum. geç kaldım… servise girerken Belgin hanım gülümseyerek, “seni dış haberlerden bekliyorlar” diyor. içimden “oğlum yurt dışına maça gidiyorsun” diyerek sırıtıyorum. aynı hızla, dış haberler müdürünün yanına çıkıyorum. müdür, “senin almancan iyiydi değil mi” diye soruyor. “evet” diyorum heyecanla. “ailem hâlâ almanya’da, ben de çifte pasaportluyum.” kafasını sallayıp “almanya’da sana ihtiyacım var. bu işi verebileceğim başka kimse yok. herkesin işi başından aşkın” diyor. küçümsüyor mu bizi bu herif? ne de olsa spor servisi çalışanları diğerlerine göre bir avuç yaygaracı. üstelik ben, bu yaygaracılar arasında bile çaylağın tekiyim. “heidelberg’e gidiyorsun” diyor. sonra ezberden okuyamayacağını düşünerek önündeki kağıt yığınından bir sayfa çekiyor. heidelberg üniversitesi dil bilimi ve ses enstitüsü papağan dili yüksek lisans bölümü. “buraya gideceksin... detayları sana editör anlatacak, yanına uğra.”

kapı çalıyor. uyanıyorum. Ortalık henüz aydınlanmamış. nerede olduğumun ayırdına varıyorum. bayan sava’nın sesi geliyor. “guten morgen herr ali!” saatime bakıyorum, 06.30. içimden sırp asıllı olduğunu tahmin ettiğim alman sava’ya küfür savuruyorum, uyku sersemliğiyle. “kalktım bayan sava” diye sesleniyorum. ayak sesleri uzaklaşıyor. yattığım gibi kalkıyorum yataktan. giyiniğim... çantamı alıp odadan çıkıyor, sofaya iniyorum. enstitü müdürü delikanlı özenle taranmış saçları, sinekkaydı tıraşı, ellerinde kar gibi beyaz eldivenleri ve üzerindeki siyah takım elbisesinin içindeki kolalı beyaz gömleği ile bir dük edasıyla bekliyor. günaydınlaşıyoruz, “kahvaltıdan önce size çalışmalarımızı yerinde göstermek isterim” diyor. sofanın dip tarafındaki kapının kilidini üç kez çevirerek açıyor ve arkamızdan üç kez kilitliyor. anahtarı cebine sokuyor.aşağıya, mahzene doğru iniyoruz. yerin üç kat altına kadar inen bir merdiven bu. indiğimiz zemin siyah beyaz karo taşları ile bir satranç tahtasını andırıyor. zeminin tam ortasında en az üç metre yüksekliğinde, belki beş metre çapında çok büyük bir kafes var. içinde iki kaplan pekâlâ birbirine değmeden dolanabilir. burası orta çağ şatolarının mahzenlerinde bulunan küçük bir şapeli andırıyor. çok yüksek bir kubbesi var. kubbenin tam ortasından büyük bir türk bayrağı kafesin üzerine kadar iniyor. duvarlar, osmanlı dönemine ait çizimler, hilalli bayraklar, yeniçerilerin yer aldığı savaş sahneleriyle kaplı. konuya vakıf olmakla birlikte, mahzende bu görüntülerle karşılaşacağım aklımın ucundan bile geçmemiş. yanımda durarak dikkatle beni izleyen müdür ben sormadan sakince cevaplıyor. “öğrencimizin yaşamını sürdüreceği kilisenin birebir kopyasını yarattık burada.”

dış haberler servisinin editörü beni sırıtarak karşılıyor. “sanki bu işi sana mı kilitlediler” dercesine bir sırıtış bu. hemen konuya giriyor. spor muhabiri ile muhabbet etme meraklısı değil elbette. “müdürüm anlatmıştır işi. sana detayları vereyim.” bahsedilen köy; viyana seferleri döneminde yeniçerilerin uzun süre kaldığı, kimisinin de yerleşip çoluk çocuğa karıştığı bir köy. o nedenle köye, ‘‘küçük türkiye’’ deniyor. köyün maskotu olan bir de kuş var. kuş dediysek öyle sıradan bir kuş olduğunu sanma, oldukça yetenekli bir papağan. kuşa pek çok türkçe kelime öğretilmiş; ‘allah allah, canım, canım benim, gülüm’ gibi. hoşlanmadığı kişileri ise tek bir kelimeyle karşılarmış, ‘manyak’.


papağan bir gün ortadan kaybolmuş. tüm aramalara rağmen bulunamamış. ününü bu papağana borçlu alan köy halkı onun kaybolması üzerine paniğe kapılmış. bizim gazetenin almanya baskısı bunu haber yapınca, diğer alman gazeteleri de olayın üzerine gitmeye başlamış. gazete kayıp papağanın bulunması için bir kampanya başlatmış. türkler ve almanlar olaya büyük ilgi duymaya başlamışlar hatta, nürnberg başkonsolosu ve türk dernekleri köyü ziyaret etmişler.” editör ara verip sigarasından bir nefes, çayından bir yudum alıyor, benim şaşkın bakışlarım altında sırıtarak anlatmaya devam ediyor. “neticede papağan bulunamıyor. bunun üzerine seylan’dan ikinci bir papağan getiriliyor. sıra köyün yeni maskotuna türkçe öğretilmesine geliyor. bizim gazete yeni bir kampanya yaparak papağana türkçe öğretecek bir aile aramaya başlıyor. bu haber gazetelerde yayınlanır yayınlanmaz, hem gazetenin hem de köyün yetkilisi herr fliegauf’un telefonları kilitleniyor. sonunda stuttgart’ta yaşayan bir türk ailesi uygun bulunuyor. ancak bu sefer köy halkı papağanın almanca da öğrenmesini istiyor.

olay, iki dil konuşması istenen bir papağan meselesine dönünce araya heidelberg üniversitesi giriyor ve ‘bu iş aileyle falan çözülemez, bu bir uzmanlık alanıdır ve bilimin işidir’ diyerek papağanın hem almanca hem türkçe eğitiminin bir yıl boyunca Üniversitelerinin dil bilimi ve ses enstitüsü bölümünce verilmesini talep ediyor. bu kabul görünce üniversite senatosu toplanarak papağan dili yüksek lisans bölümünü açıyor. ardından ali’nin bölüme kaydı yapılıyor. anlayacağın, papağan ali, master’ını tamamlamış, bu hafta mezun oluyor.”


editör, kendi kendine yanıp filtresine dayanmış sigarasını küllüğe bastırarak bana bakıyor. bense, dinlediğim her şey çok mantıklı, anlatılan hikâyede hiçbir absürtlük yokmuş da tuhaf olan tek şey oymuş gibi soruyorum.

“papağanın adı ali miymiş?” “evet, kaybolanın ali’ydi, bunun adını da ali koymuşlar. adaşın!”

gözüm mahzenin yüksek kubbesinden sarkan türk bayrağı ile kafese kayıyor. o ana kadar fark etmediğim, kafesin tellerine pençeleri ve gagası ile tutunmuş bana bakan papağanla göz göze geliyorum.

sesini çıkarmadan arkamda duran genç enstitü müdürüne dönüp, “ali bu mu” diye soruyorum cevabını bildiğim hâlde. “evet” diyor müdür “kendisi ile konuşabilirsiniz” deyince, kafese iyice yaklaşıp rengârenk tüyleri ile put gibi kımıldamadan duran papağana “n’aber ali” diyorum. ali doğrudan cevaplıyor “manyak!” ben şaşırıp müdüre bakıyorum. o ise ellerini arkasında kavuşturmuş, dimdik duruyor ve gülümsüyor. “yirmiye yakın türk öğrenci, papağanla konuşabilirsiniz dendiğinde hemen hepsinin ilk sözü “n’aber” oldu. biz de bu soruya karşılık olarak öğrencimize manyak demeyi öğrettik” diyor. hayatımda bu kadar bozulduğumu hatırlamıyorum. bir türk olarak kanıma dokunuyor bu durum. müdür bu kadar yeter dercesine “hadi artık yukarı çıkalım, bild’in muhabiri de gelmiştir. diploma töreni sonrasında onu size emanet edeceğiz” diyor. birlikte merdivenleri tırmanıyoruz, müdür önde, ben arkada. kapının kilidini üç kez çevirip açıyor ve anahtarı kapının dışında bizi bekleyen bayan sava’ya uzatıyor. sofada oturmuş bekleyen bild muhabiri bizi görünce ayağa kalkıyor.


müdür, 20’li yaşlarında, gözlüklü, bir çömez olduğu ilk bakışta anlaşılan muhabirin elini sıkarken “hoş geldiniz bayan gulay” diyor. bild de bir çömez türk göndermiş bu konunun manâ ve ehemmiyetine binâen!


sofadaki yuvarlak masanın etrafına oturup masanın üzerinde hazır duran 20 sayfaya yakın ‘öğrenci teslim belgesi’ni bayan gülay ile birlikte tek tek imzalıyoruz. Bu sırada bayan sava, elinde taşıdığı büyükçe bir kafesle birlikte öğrenci papağan ali’yi de sofaya getiriyor. hepimiz ayağa kalkarak, müdürün bize sunduğu kırmızı bir kurdele ile bağlı rulo hâlindeki ‘heidelberg üniversitesi dil bilimi ve ses enstitüsü papağan dili yüksek lisans bölümü diploması’nı teslim alıyoruz...

kapıdan güneşli bir heidelberg sabahına çıkıp, mermer basamaklardan aşağı inerek demir parmaklı bahçe kapısının önünde bizi bekleyen ve üzerinde ‘universität zu heidelberg’ yazan siyah volkswagen minibüse biniyoruz. ben, gülay ve ali... araba bizi ali’nin yeni ikâmetgâhı ipthausen köyü kilisesine ulaştırmak üzere hareket ediyor... bu sırada yeni mezun ali, gülay’ın merhabasını karşılıyor, manyak!

“her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabı öyküsünde. benimki de öyle...


kadıköy-2017


Bodrum Dergi Web Sitesi © Yabancı Ses Prodüksiyon tarafından hazırlanmıştır.

bottom of page