top of page
  • Yazarın fotoğrafı: BODRUMDergi
    BODRUMDergi
  • 5 Şub 2023
  • 2 dakikada okunur
Valilik öncülüğünde yıl boyunca yapılan kazılar, antik kentlerin korunmasına katkı sağlayınca kaçakçılar ve define avcıları da Muğla’yı terk etmeye başladı. Yapılan kazılarla Muğla’nın dört bir tarafında tarih gün yüzüne çıkartılırken emniyet güçleri de yaptığı operasyonlarla Muğla’yı kaçakçıların barınamayacağı bir il hâline getirdi. Çok sayıda ören yeri turizme kazandırılırken ziyarete gelenlerin tarih ve kültür turizmine olan ilgisi de arttı.


Muğla Valiliği Tarih ve Kültür Turizmine Olan İlgiyi Artırdı

Deniz, kum, güneş turizmi olarak bilinen klasik turizmin yanı sıra Muğla geliştirilen yeni turizm modelleri ile dikkati çekiyor. Muğla’nın tarih ve kültür turizminin altyapısı ve üstyapısı Muğla Valisi Orhan Tavlı’nın himayesinde ve talimatıyla Muğla Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığının destekleri ile adeta karış karış incelenip insanlığa kazandırılıyor.


Muğla’da 2023 Yılında Kültür Turizmi Patlaması Bekleniyor

Muğla Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı 2022 yılında 28 Arkeolojik kazı alanına sağladığı uzman personel dâhil toplam 590 kişilik istihdam ile bir yandan yıl boyunca Muğla’daki Arkeolojik kazılara destek olurken diğer yandan kazıların yapıldığı kırsal mahallelerin kalkınmasına da katkı sağlıyor.



Arkeolojiye Verilen Destek Meyvelerini Vermeye Başladı

Muğla’daki tarihi potansiyeli fark eden vali Orhan Tavlı, geldiği günden bu yana Muğla’nın dört bir tarafını bizzat dolaşıp, tek tek gezerek mevcut kazı alanlarının kapasitesini arttırdı ve Muğla’ya onlarca yeni kazı alanları kazandırdı. Yıl boyunca açık kalan kazılarda tarih gün yüzüne çıkarılıp turizme kazandırılırken, ziyarete gelenlerin Muğla tarih ve kültür turizmine olan ilgisi arttı. Alınan güvenlik önlemleri sayesinde kaçakçılar ve defineciler de Muğla’dan uzaklaşmak zorunda kaldı.


28 Antik Kentte 12 Ay Kesintisiz Çalışıyorlar

Muğla Valisi Orhan Tavlı’nın desteğiyle, 28 antik kentte; Arkeolog, Restorator, Sanat Tarihçisi, Mimar, Mühendis, Teknisyen ve işçilerin yer aldığı toplam 590 kişi, 12 ay boyunca çalışmalara aralıksız devam ediyor.



İşte Muğla’da yeniden gün yüzü gören antik kentlerdeki çalışma listesi:

  • Milas’ta; Latmos Herakleia Antik Kenti, Milas Beçin Kalesi Örenyeri Kazısı, Milas Sinuri Antik Kenti, Euromos Antik Kenti, İasos Antik Kenti ve Labranda Antik Kenti.

  • Marmaris’te; Phoenix Antik Kenti, Amos Antik Kenti ve Kastabos Antik Kenti.

  • Ula’da; Thera Antik Kenti, İdyma Antik Kenti ve Sedir Adası Kedrai Antik Kenti.

  • Seydikemer’de; Tlos Antik Kenti, Letoon Antik Kenti, Çaltılar Höyüğü Kazı Çalışması.

  • Yatağan’da; Stratonikeia Antik Kenti ve Lagina Antik Kenti.

  • Bodrum’da; Kissebükü - Anastasiapolis Kazısı ve Pedasa Antik Kenti.

  • Köyceğiz’de; Kaunos Antik Kenti ve Sultaniye Leto Kutsal Alanı.

  • Fethiye’de; Fethiye Kalesi Kazısı ve Kadyanda Antik Kenti.

  • Kavaklıdere’de; Hyllarima Antik Kenti ve Asarcıktepe Arkeolojik Kazı Alanı.

  • Datça’da; Knidos Antik Kenti.

  • Menteşe’de; Mabolla Antik Kenti.

  • Dalaman’da; Kalinda Antik Kenti.

  • Yazarın fotoğrafı: Ali Tanrısever
    Ali Tanrısever
  • 5 Kas 2022
  • 5 dakikada okunur
arayıcı esnafıyım ben. adımın bir önemi yok. anlatacağım olay 1992 yılında izmir alsancak’ta geçti. evleneli on yıl olmuştu ve çocuğumuz altı yaşına gelmişti. 1,5 yıldır işsizdim ve doğduğum, büyüdüğüm topraklardan uzakta, tek bir akrabamın olmadığı bu şehirde bütün iş görüşmelerim olumsuz sonuçlanıyor, ‘gel bir deneyelim’ denilen işleri de ben beğenmiyordum. bir şey yapmalıydım. birinin yanında çalışmayı düşünmüyordum. eski işimi, memuriyet olduğu ve uzun yıllar masa başında çalışamayacağımı anladığım için bırakmıştım. kendi başıma bir iş yapmalıydım ama beş param yoktu bir iş kurabilmek için.

bir gün havanın daha yeni kararmaya başladığı saatlerde eve dönerken çöpleri karıştıran genç bir adam gördüm. kendi boyunun iki katı büyüklüğünde bir çuvalı çekçek kafesin içine yerleştirmiş, çöpün içinden bulabildiği kâğıtları ve teneke kutuları ayrıştırıyor, bu çuvalın içine yerleştiriyordu. bir yandan da anlamadığım bir dilde türkü söylüyordu. işini ciddi bir şekilde yapmakla birlikte, yaparken eğleniyordu da.

işte dedim, bu benim işim. ben bu işi yapmalıydım. eve geldim. yemekten sonra ve tüm gece boyunca bu işi düşündüm. eşime açmaya cesaret edemedim. “çöpçü mü olacaksın” diyecekti, biliyordum ama kötü biçimde takmıştım bu işi kafama. işe başlama, bırakma saati yoktu. patronu yoktu. müdürü yoktu. iş arkadaşı yoktu. harika bir işti. lezzetli bir, bir başına buyrukluktu. her günün, bir diğeriyle aynı olmayan serüvenli bir yanı olacaktı. tam benlikti.

ertesi gün aynı saatlerde o genç adamın yolunu gözlüyordum. gidip konuşacaktım. bu işe nasıl başladığını, benim bu işi yapmam için nereden başlamam gerektiğini soracaktım, sordum da... bu bölgede çalışmak istiyorsam güney zümre’ye başvurmalıydım. oradan iznim olmadan bu işi yapamazdım. bana yardımcı olacaktı ama çok zordu. şartları ağırdı. altından kalkabilecek miydim? “kalkarım” dedim, denemek istediğimi söyledim. şanslıydım, yılda iki kez toplanan güney zümre önümüzdeki salı toplanacaktı. beni oraya kendisi götürecekti. salı gününü iple çektim. söylediği yerde buluştuk. onu, siyah takım elbise, beyaz gömlek, siyah kravat, pırıl pırıl mokasenleriyle görünce çok şaşırmıştım. öylesine şıktı ki bir şirkette üst düzey yönetici gibi duruyordu. “bir yerde oturup bir şeyler içelim rahatlarsın” dedi. daha çok heyecanlandım. rahatlayacak ne vardı anlamıyordum.

oldukça lüks bir kafe bara girdik. garsona iki viski söyledi. hayatımda dışarıda bir yerde ilk kez viski içecektim ve bunu bir çöp toplayıcı ile yapıyordum. kendimi çok eğreti hissediyordum. viski beni rahatlatmadı. çünkü az sonra, viski içmeyi gerektirecek derecede önemli bir olayın içine gireceğimi hissetmeye başlamıştım. hesabı ödedi, kalktık.

dışarı çıktığımızda yağmur çiseliyordu. iki sokak ötede bahçe içinde iki katlı ahşap bir köşkün yan kapısından içeri girdik. köşkün ana kapısı önünde sohbet eden aynı kendisi gibi şık giyimli adamlara uzaktan eliyle selam verdi. hizmetli kapısından içeri girer girmez sağ taraftaki küçük bir odaya soktu beni ve “burada bekle” dedi, çıktı. orada ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum ama sanırım yarım saatten fazlaydı. sonra içeri iki kişi girdi ve “gözlerini bağlamamız gerekiyor” dedi. viski etkisini hissettirmeye başlamıştı, rahattım. sessizce itaat ettim. gözlerimi bağladılar ve koltuk altımdan bana destek olarak yürütmeye başladılar. sekiz on basamak merdiveni birlikte çıktık, bir süre yürüdük, bir iki basamak daha çıktık. sonunda bir kapıyı çaldılar, kapı açıldı ve içeri girdik. kalabalığın fısıltılar hâlindeki konuşmaları ve zemindeki ahşap rabıta üzerindeki ayak sesleri kesildi. kapının ağzında durduk. gözlerimi açtıklarında gördüğüm manzara şuydu: on metre kadar önümde yüksek bir koltukta tahtındaki bir padişah gibi başında kavuk, üzerinde kaftan bir adam oturmakta. tam padişah olacakken yarım kalmış, ama bu hayalden de vazgeçmemiş gibi bir hâli var. üzerinde kaftan kesin vardı da kavuğu hafızam mı ekliyor bilemiyorum. ama nedense bir kavuk imgesi kalmış belleğimde. iki yanında daha alçakta benzer kıyafetlerde iki adam daha oturmakta. onların başında kavuk yok. salonun sağında ve solunda ise ayakta durmakta olan yaklaşık 60 kadar erkek. hepsi bana bakıyor. bense tam karşımdaki tahtta oturan adama.

tok bir sesle “hoş geldin” dedi. sesi odanın içinde yankılanmıştı. sesimi çıkarmadan, başımı öne eğerek “hoş bulduk” dedim. sadece dudaklarımı kımıldatarak söylemiştim bunu. sağında duran adama dönerek, “bunun kefili sen misin” diye sordu. sağında duran adamın beni oraya getiren çöp toplayıcı genç olduğunu o an fark ettim. “benim” dedi çöp toplayıcı. “her şeyine kefil benim” diye tekrarladı. kendisine minnet duymakla birlikte çok aşağılandığımı hissettim. o kimdi de bana kefil oluyordu? beni tanımıyordu bile. beni sorgusuz sualsiz buraya nasıl getirdiğini, bana niçin güvendiğini bile anlamamıştım. tahtta oturan kavuklu bana, “dindar bir insan mısındır” diye sorunca, “değilimdir” dedim. “ama allah’a inanırım” demek ihtiyacını hissettim nedense. “allah’a inanmak önemlidir bizim için” dedi.

bundan sonra olanlar bayağı uzun ve konumuzun dışında. şimdilik bende saklı kalsın. ama uzun ve akıl karıştırıcı sınavdan başarıyla çıkmıştım.

sınavın sonunda kavuklu solundaki adama dönerek, “söyle bakalım yiğitbaşı, nedir durumumuz, var mıdır gedik” diye sordu. yiğitbaşı önündeki kağıtları karıştırdı ve “yok bir gedik” diye mırıldandı. bunun üzerine tahttaki kavuklu bana dönerek “ihtiyarlar meclisince 3 yıllığına seçildiğim bu koltukta 107 yıldır oturuyorum. bu süre zarfında gedik olmadan yeni birini aramıza almadım. gedik, tahmin edebileceğin gibi “eksik” demektir. arayıcı esnafın sayısı sabittir. bir arayıcı esnaf boşluğu doğmadan aramıza yeni bir arayıcı alamayız” dedi. sonra iki yanda ayakta duran kalabalığa doğru bakarak, “var mı ahir zamanında köşesinde, minderinde oturup tespihini çekmek isteyen” diye sordu. kalabalık hafiften bir kıpırdandı, yan gözlerle birbirini süzdü ve düşünceli bir sessizlik hâkim oldu salona. bunun üzerine sonradan unvanının şeyh subaşı olduğunu öğrendiğim kavuklu, “aralarından sence en yaşlısı hangisi ise onu göster bakalım, zira o ölünceye kadar gelirinin bir kısmını onunla paylaşacaksın, ölüme yakın olmasını istersin” dedi.

ben adama, “nasıl yani” gibilerden bakınca, “ömrünün sonuna kadar onu geçindirecek paran varsa şimdi verebilirsin ve o da işini sana bırakır, yoksa yanına git ve sağ elini omuzuna koy” diye buyurdu. büyülenmiş gibi iki yanımdaki kalabalığı uzun uzun süzdüm. içlerindeki en yaşlısı gibi gördüğüm altmış yaşlarındaki birinin yanına giderek omuzuna dokundum. şeyh subaşı, “bunca insanın içinde bula bula benim oğlumu buldun demek” diyerek ekledi; “175 yaşlarında olmalı, bayağı iyi bir seçim” derken hafifçe gülümsedi. ilk başlarda söylediği “107 yıldır bu koltukta oturuyorum” sözünü bir dil sürçmesi ya da bir mübalağa olarak görmüştüm ama şimdi oğlunun 175 yaşında olduğunu söylemek de neyin nesi oluyordu?

sonradan anlayacaktım ama bu konu da bana kalsın. sırrım iki oldu. anlatırım bir ara onu da size.


şeyh subaşı sağında duran kefilime dönerek, “mührü yanında mı” diye sordu. kefilim sağ elime doğru bakarak “evet, mühür parmağında” dedi. şeyh bana dönerek, “ver bakalım şu mührü, bitirelim bu işi artık” dedi. parmağımda takılı, hiç çıkarmadığım, babamdan bana yadigâr, dedemin dedesine ait mühür yüzükten bahsettiklerini anladım. parmağımdan çıkardığım, üzerinde osmanlıca, “habib allah” yazan yüzüğü ileri doğru uzattım. şeyh, “gel yanıma bakalım” diye eliyle işaret etti ve ben sarsak adımlarla şeyhin önüne giderek durdum. ayağa kalktı. yüksekteki basamaktan yanıma inerek avucunu açtı. avucunun içine bıraktığım yüzüğüm, közden alınmış kor hâlindeki bir ateş parçasına döndü. sağ elimi tutup kolumu iç tarafını göreceği şekilde çevirdi ve mührü tam bilek içime bastırdı. mangal üzerine bırakılmış kuyruk yağı gibi bir koku geldi burnuma ve “habib allah” yazısı bileğimin iç kısmına nakşedildi. ahşap zemin canlı bir varlıkmış gibi ayağımın altında kımıldamaya başlamıştı. derimin kavrulduğunu görebiliyordum ama en ufak bir acı, yanma hissetmiyordum. kızıldan mora, mordan kül rengine dönen mührüm bir dövmeydi artık.


“aramıza hoş geldin arayıcı” dedi şeyh ve herkes iki elini göğsünün üzerinde çaprazlamasına birleştirerek öne doğru eğildi ve beni selamladı.

işte o gün bugündür arayıcı esnafı olarak bu mesleği icra ediyorum. aslında daha karmaşık ve uzun bir hikâyedir ama olan biten özetle tam da böyleydi. geçtiğim sınav başlı başına ayrı bir hikâyedir. yaş mevzuları da öyle..


başımdan geçen bu hikâye durup dururken aklıma gelmedi.

“nereden geldi” diye soracak olursanız onu da anlatayım..


arayıcı esnaflığı yapmakta olduğum otuz yıl boyunca bir çok kişi bana, “bu işi biz de yapmak isteriz, ne yapmamız gerekir” diye sorduysa da gerçekten yapabilecek niteliklere sahip tek bir kişi çıktı, onunla da dün akşam karşılıklı birer viski içtik ve köşkten içeri ilk adımını attı. kefili bendim ve dün akşam şeyh subaşının sağında oturuyordum. çaylak arayıcının üzerinde çapa bulunan gümüşten mühür yüzüğü vardı. dün akşam bileğinin iç kısmına dövme olarak nakşedildi.


bu hikâyeyi size anlatmam gerektiğini dün akşam düşündüm. bu sabah da anlattım işte...


demem o ki çöp konteynerlerinin içine kafasını sokmuş, cam, plastik, kağıt ve işe yarar nesneleri ayıran arayıcı esnafını öyle pek de küçümsemeyin. tabii gördüklerinizin hepsi tescilli arayıcı esnafı değil.


günümüzde bir çok arayıcı esnafı evinde otururken kendisine ait bölgede onlarca adam çalıştırmakta. bizim gibi bizzat işinin başında olan arayıcı esnafı giderek azalmakta.


“her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabında, benim ki de öyle...


  • Yazarın fotoğrafı: Mustafa Küçük
    Mustafa Küçük
  • 4 Kas 2022
  • 8 dakikada okunur
Hayatını, kültür ve sanatla dop dolu yaşayan yazar, ressam ve daha pek çok titri bünyesinde barındıran Serra Erdoğan, 1981 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğretim ve lise eğitimlerini İstanbul’da bitirdi. Newport Amerikan Üniversitesi’nde Bilgisayar Mühendisliği ve Master of Business Administration eğitimlerini başarıyla tamamladı. Sanatla yolculuğu lisedeyken roman ve şiir okuyarak başladı. Bu arada renklere olan tutkusu canlandı ve resim çizmeye de yöneldi. Roman, anı, deneme, araştırma ve şiir türlerinde yayımlanmış 18 kitabı bulunuyor. Dünyada hiç yapılmamış bir teknikle; kadife süet deri kumaş üzerine özel kalemlerle resim yapıyor. Tekniğine ise “FuturistSS” diyor. Serra Erdoğan, bu sayımızda Bodrum Dergi’nin konuğu oldu ve sorularımızı yanıtladı.



“Sanat; toplum için değildir, ayna değildir, hüzün için değildir, aşk için değildir, birisi için değildir, gerçekler için değildir. Sanat; sanat için bile değildir. Sanat hiçbir şey içindir, her şeydir. Bu sebeptendir ki 20. yüzyılın son çeyreğinde “sanat” sözcüğünün önemli sözlüklerdeki yarım sayfalık tanımı yerini bir kaç kelimelik o tanıma bırakmıştır: “An act of expression.” Dolayısıyla sanat, her şeyin ifade edilişidir. Bir “için” ihtiyacı içerisinde değildir.”


Bize kendinizden bahseder misiniz, Serra Erdoğan kimdir?

1981 yılında İstanbul’da doğdum. Aslen Malatyalıyım. İlköğretim ve lise eğitimlerimi İstanbul’da bitirdim. Amerikan Üniversitesi’nde Bilgisayar Mühendisliği ve Master of Bussiness Administration eğitimlerini başarılı bir şekilde tamamladım. Yayımlanmış 18 kitabım olup, roman, anı, deneme, araştırma ve şiir türlerinde yazıyorum… Dünyada hiç yapılmamış bir teknikle, kadife süet deri kumaş üzerine özel kalemlerle resim yapıyorum. Tekniğimin adı FuturistSS. Kendi kendime çok fazla sohbete dalan biriyimdir. Durduk yere, saçma sapan şeyleri merak eder, Google’a yazıp öğrenmek yerine çözüme ulaşana kadar girebileceğim yolları, gidebileceğim yerleri keşfetmek hoşuma gider. Buna laf lafı açar da diyebiliriz. İşte bazı insanlar vardır ki onları, hiç düşünmeden kafanızda dönen bu sohbete davet edebilirsiniz. Cevaba bakmanın yasak olmadığı bir bilgi yarışmasında gidiş yoluna puan verileceğinin söylenmesi gibidir olayın geri kalanı. Düşünme şekillerinizi öğrenir, bazen aynı yola girer bazen farklı kapılar açarsınız. Paylaşmanın en verimli biçimlerindendir herhangi bir konu hakkında rahatça sohbet edebilmek. Sorduğunuz sorulara cevap ararken başkasının soruları ile köşelere sıkışmaya izin vermektir. Bilgi paylaştıkça güzeldir. Ona ulaşana kadar geçtiğiniz yolu biri ile paylaşmak ise bunun iki katına tekabül eder."


Resme ve sanata olan ilginiz ne zaman başladı?

Sanatla yolculuğum lisedeyken roman ve şiir okuyarak başladı. Bugüne kadar şiir, deneme, araştırma ve roman türlerinde 18 kitabım yayımlandı. Bu arada renklere olan tutkum canlandı ve resim çizmeye de başladım. Aslında ben Bilgisayar Mühendisiyim. Yazarken hayal ettiklerinizi kelimelerin büyüsüne, resim yaparken ise renklerin büyüsüne bırakıyorsunuz… Sanırım bu büyü bittiğinde sanatla olan yolculuğumda tamamlanmış olacak.


Kadife ve Süet üzerine eserler yaptığınızdan bahsetmiştiniz. Bu tekniği nasıl ürettiniz ve geliştirdiniz, detaylı bahsedebilir misiniz?

Işığı resmin üzerinde hatta içinde tutabilmenin yegâne yolu kadife ve süet gibi maddeleri tual olarak kullanmak. Sanırım daha fazla detay yok çünkü ben malzemeden daha çok resimle uğraşıyorum, hatta resimden daha çok teorisiyle uğraşıyorum.


“Şu hayatta, her türlü kabalığı yapanların ‘özünde çok iyi biri’ diye savunulmasına gelemiyorum. Sanki atom partikülü ve psişik güçler araştırmacısıyız. Öz nedir ki mesele olsun? İnsan, eylemleridir ve eylemlerine sahip çıkamayan hiçbir bilinç farklı bir değerleme kriterinde olamaz...”



Düşüncelerinizi en iyi ifade ettiğiniz eseriniz hangisi?

Çok klasik cevaplar vermek istemiyorum. Tabii bütün eserlerim benim düşüncelerimi ifade ettiğim çalışmalar oldu. Sırtımda küfe yok, bir kitap yazmaya kalktığımda düşüncelerimi sınırlayan veya biçimleyen benim dışımda biri yok. O yüzden kendimi rahatlıkla ifade edebildiğimi düşünüyorum. Ama romanlarımın yakın arkadaş çevreme daha fazla heyecan verdiğini düşünüyorum. Ayasofya’nın Sırrı adlı çocuk romanım… Telegram Cinayetleri, Sırlı Gök ve Terken, bence başarılı romanlardır. Konuları orijinaldir.


Belli bir yazma rutininiz var mı?

Şöyle diyeyim; belki günlük bir ev ödevi şeklinde yazmam ama bir kitaba başladığım zaman çok yoğun çalışırım. Gecem gündüzüm onunla geçer. Yazmadığım zamanlarda bile onu düşünürüm. Sonra kitap bittiğinde rahatlarım. Hatta bir daha hiç yazmayacakmış gibi yazma işinden uzaklaşırım. Belli bir süre sonra bu uzaklık ortadan kalkar ve yeniden aynı tempo başlar.


Günlük hayat kaleminizi nasıl etkiliyor?

Tabii, etkilemez mi? Biz bütün malzememizi günlük hayattan alıyoruz. Yaşadığımız çağı yazıyoruz. Tarihi bir roman yazsak bile yaşadığımız çağın değerleriyle, bakış açısıyla, üslubuyla yazıyoruz. Her şeyimizi günlük hayattan alırız biz. Gerçi bu soruyla kastettiğiniz anlam, ilk bakışta görünenden daha ince olabilir. O zaman farklı şeyler söylemek gerekir. Günlük hayatı olduğu gibi alıp koyamazsınız sanat eserine ama o, başarılı olduğu kadar günlük hayata yaklaşır. Günlük hayat, hem sanat eserine ister istemez sızan bir şeydir hem de sanat eserinin kendini benzetmeye çalıştığı şeydir. Ama aynı şey değildir. Ne günlük hayat sanat eseridir ne de sanat eseri günlük hayat.



“Roman okumak, yemek yemek gibidir. Bir hafta sonra tadını, sevip sevmediğinizi unutabilirsiniz; 1 ay sonra ne yediğinizi unutabilirsiniz ancak o gün o yemeği yediğiniz için açlığınız gitmiş ve vücudun gereksinimlerini karşılamış ve en azından beslenme açısından bir sonraki güne sağlıklı geçmişsinizdir. Roman da böyledi; 1 ay sonra olayları unutabilirsiniz, hatta 1 yıl sonra o romanın adını bile hatırlayamayabilirsiniz, kahramanların etkisi geçmiş olabilir ancak o roman sizin karakterinize sirayet etmiştir bir yerden. Siz farkında olmasanız dahi size bir şeyler katmıştır mutlaka. Söz gelimi Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi, size Fransız devrimini toplumun değişimini iki büyük şehir üzerinden anlatır. O dönemin ulaşımı, hukuk sistemi, ticareti, gençliği, insanların giyotine giderken yaşadığı psikoloji vs. bu romanda en yalın hâli ile karşınızdadır. Kemal Tahir’den Devlet Ana’yı okursanız Ertuğrul Gazi sonrası Osmangazi’nin devleti kurduğu döneme gidersiniz. Mesela ilk silah ile tanışma hikâyesi vardır çok keyifli. Rus yazarlar size o dönemde Rusya’da olan biten hakkında fikir verir. Cengiz Aytmatov, romanları sizi bambaşka diyarlara götürür. Roman okumak ile öğrendiğiniz kelimeler konuştuğunuz dili zenginleştirir. İnsanları tanıma hususunda size tecrübe kazandırır. Denilir ki Sultan Abdülhamit Han da iyi bir roman okuyucusudur ve olayların arka planı hakkındaki başarısı buna dayanır. Hülasa; roman okumak hayatı okumaktır.”

Ufukta yeni bir kitap var mı?

Ufukta yeni kitaplar ve yeni sergiler var. “Sen Ne Değilsin” isimli bir roman yazıyorum. Kasım ayı içerisinde de “Adalet” isimli bir sergiye hazırlık yapıyorum.


Tablolarınızı yaparken nelerden esinleniyorsunuz?

Tabii ki toplumun ve insanlığın temel, özellikle de kronikleşmiş problemlerine gerçekçi çözüm üretebilme dürtüsü. Mesela; antropoloji, tarih, sosyoloji bunlar bir şekilde bilgisini özümsediğim ve çözümler üretmek istediğim ilham kaynaklarım diyebilirim… Mesela önümüzdeki kasım ayında “Adalet” temalı bir sergiye hazırlanıyorum. Burada Hz. Süleyman’ın tarihi, hatta mistik rolünden tutun da Hz. Yusuf’un rüyalarına kadar birçok şey ilham kaynağım olabiliyor. Dostoyevski’yi düşünün “Suç ve Ceza” romanında bir insanın kafasına balta saplayarak bize öldürmeyi öğretiyor. Ve bu eser dünya klasikleri arasında yani 193 ülkede çocuklar 15 yaşında bu bilgiyi öğreniyorlar. Zaten bunun gibi bilgi toplulukları dünyadaki adalet mekanizmasının bozulma sebepleri. Ben bu sergi de Suç ve Ceza’nın resmini yaparken böyle bir ilhamla buluştum mesela…


Dostoyevski’nin eserinde her ne kadar suçun ne olduğunu ve nedenini sorgulamamız gibi birçok sorgulamalara yarayan diyaloglar yer alsa da eser, suçluluk ve suç psikolojisi çözümlemelerini yüklüce işlemiş olacak ki kitabın içine daldığımızda kendimizi tanrıtanımaz Raskolnikov’un nöbetlerini yaşarken, suçunu içselleştirmeye çalışırken buluveriyoruz. Bu büyüleyici eserden bir diyaloğa, Raskolnikov’a yöneltilen suçlu sıfatı üzerine onun hızlı bir sorgulamasına yer vermek istiyorum: “Suç mu? Diye bağırdı Raskolnikov; bir anda öfkeden deliye dönmüştü. Ne suçu? Öldürenin kırk günahından arınacağı aşağılık bir tefeciyi, hiç kimseye hiçbir yararı olmayan, yoksulların kanını emen zararlı bir biti öldürmek mi suç!” Aslında kitap, suç nedir ceza nedir ve suçlıuluk bilinci var mıdırı anlatmaktadır. Bazı toplumlarda suçtan daha önemlisi utanç duygusudur. Suç, ‘kimse görmemişse suç değildir’ bizim toplumumuza göre. Ancak Raskolnikov karakterinde de görüldüğü gibi suç aslında insanın içindedir. Suçu insana vicdanı vermelidir. Raskolnikov kendine ceza verir ve kurtuluşu arar. En büyük yargıç vicdanımızdır.


Sanat felsefenizi ne oluşturur?

Sanat felsefemi oluşturan, deney ve düşüncelerim; eğer sanatçıysam, yaptığım ve yapacağım şeyler sanat eseri olacaksa “yeni özelliklerin olması, tekrar ve taklit olmaması, bir bütün teşkil etmesi, geleceği müjdelemesi, mutlaka işlevinin olması, toplumu aydınlatması” gibi özellikleri taşıması gerekmektedir. Bence resim, sanatçının avucundaki suya benzer, onu nereye savurur ya da hangi kaba dökerse ona göre biçimlenir. Yaptıklarımla bir kabın içine girip onun şeklini almayı düşünmem. Tuvalin karşısına geçtiğimde önceden ne yapacağımı ve nasıl sonuçlandıracağımı düşünmek istemem, o duyguya kapıldığımda özgür olmadığımı ve yapacağım çalışmanın sonunda özgün bir şeyin çıkmayacağı endişesine kapılırım.

Çalışmalarımda, hiçbir yere bağlı kalmadan bulunduğu mekânın dışına çıkma ve özgür olma mücadelesi veririm. Ayrıca eserlerime uzaktan bakıldığında algılanan görsel bütünlüğün, yakından incelendiğinde detaylarda farklı anlamlar içermesi, çalışmalarımın diğer bir özgünlüğüdür. Eserlerimin hepsinin bir hikâyesi vardır.


“Sanatı sanat yapan şey yalnız sanatkârın yansıttığı değil, izleyicinin algısında yeni bir anlamla karikatürize edebilmesidir. Kendisini en derin anlamlarda, bitmek bilmeyen duygu ve kurguya açık olarak kişiselleştirebilen öznelliğin gücü de işte burada gizlidir.”

Tablolarınızda size has figürler var mı? Varsa bize biraz bu figürlerden bahseder misiniz?

Çalışmalarımda genellikle öyküler anlatmaktayım. Ancak bunlar genelde hiç yazılmamış hikâyelerin çevresinde gelişmektedir. Dolayısıyla izleyici, öykünün sonunu getirmekte serbesttir. Çalışmalarım betimleyici bir üslupla yalnızca kulağa bir şeyler fısıldayabilmektedir; ne gördüğü, gördüğünü nasıl dile getirebileceği ise yalnızca kendisine bakan gözlerin sorumluluğundadır. Aksi takdirde mağara duvarlarından sanat galerilerinin beyaz boyalı duvarlarına kadar ki sürecinde, kendisinden önce yapılan eşsiz sayısız eserden bir farkı kalamayacak, farklılık denizinde bir farkındalık yaratamayacaktır.

Teknik olarak geçmişin izleri, bugünün olmayan öyküleriyle harmanlanarak var oluşunu tamamlamaktadır. Kimi zaman ise çağımızın güncel sancılarını, güncelliği örtülmüş bir üslupla ortaya çıkaran çalışmalar gerçekleştirmekteyim. Dolayısıyla her bir zihin; esasında geçmişin, ütopyanın ya da gerçeğin kendisini bulabilmektedir.


Bir ekolü takip ediyor musunuz?

Kralların ve kraliçelerin koleksiyonlarını çok özel bulduğum için o koleksiyonlara girebilecek eserler üretmeye çalışıyorum. Bütün kraliyet ailelerini takip etmeye çalışıyorum.


Sanat hakkında neler söylemek istersiniz?

İnsan beyninin ne kadar yaratıcı olduğunun dışa vurumudur sanat. Hayatın çektirdiği azabın yegâne tedavisidir. Ludovico Einaudi’nin bir eserini dinlediğimizde gözlerimizin önüne gelendir. Sistine Şapeli’ndeki fresklerdir, seneler önce Michelangelo’nun ortaya koyduğu eserler ile günümüzü yoğurup bakış açısı oluşturmaktır. Sanat olmadan ruhumuzun dinginliğini sağlayacak başka bir çaremiz de yoktur.




“Sanatsız siyaset, sanatsız direnis, sanatsız devrim olmaz! Müzik, edebiyat, resim, sinema, dans, tiyatro, genel olarak sanatın tüm dalları, kötülüğe ve yeryüzünün yaşama sevincini kıranlara karşı verilen mücadele ve direnişin en önemli destekçisidir. Bir gitar, yeri geldi mi binlerce faşisti vurur. Bir tiyatro oyunu, bir film, elli kitabın anlatamadığını anlatır. Bir resim tablosu, bir ordunun yenemeyeceği düşmanı yener. Elbette ki sanatı, reel politikanın bir uzantısı olarak kullanmayanlar için. O tür propagandatif, içi boş, şeyler zaten gelip geçicidir... Gerçek sanat ve sanatçı da zaten vitrinde duran, hayata seyirci kalan insanlardan değil, bizzat hayatın, gündelik yaşamın içinde olan insanlardan çıkar. Bu insanlar belki devasa resim galerilerinde, sinema salonlarında, kitap fuarlarda satışa sunulan pazarlara ulaşamıyor olabilirler. Fakat, ‘halkın’ yüreğinde yer ederek nesilden nesile ulaşmışlardır. Bu bakımdan; dans, resim, müzik, tiyatro lüks değil, bir gerekliliktir. Kolektif üretim yapmak, paylaşmak kadar gerekliliktir... İnsan, makinadan ibaret değildir. Karnını doyurmak kadar ruhunu da doyurmak gerekir. Ruhu doymayan bir insanın arzuları yaratıcılığı ölür. Aslında demeye dilim varmıyor fakat demek zorundayım; sanat, içinde enteresan bir paradoks barındırıyor. Bir ressam, bir trajediyi tuvale resmedebiliyor. Bir heykeltıraş, bir trajediyi taşa yontabiliyor. Bir müzisyen, bir trajediyi hava zerrecikleri arasındaki iletişimden yola çıkarak, notalar aracılığıyla sese dönüştürebiliyor. Evet, düşündürücü. Trajediyi sanat aracılığıyla sindirirken güzel diye ifade edebiliyoruz. Oysa ki trajedi çıplakken ne acı. Lâkin sanatın elinde güzelleşiyor. Bir estetiğe bürünüyor. İyi bir hayatın nasıl sürdürülmesi gerektiğine dair bir el kitabı yayımlansa ilk ve en önemli bölümün sanata ilişkin aforizmalar olacağını düşünüyorum. İçinde sanat olmayan, özenilesi diye addedilen yaşamlara sahip olursak bir zaman sonra o yaşamda bir tutukluk ya da yerine oturmamış parçalar olduğunu fark etmemiz kaçınılmaz olacaktır. Sanat ve insan birbirinden ayrı düşünülemez. İnsanlığın yol kat etmesi gerektiği zamanlarda sanat her zaman ön plana çıkmıştır. Dönemin değerlerine, sahip olduğu tabularına, gerici birtakım düşüncelerine ve özgür olabilmek için tutsaklığa başkaldırıyı ifade eden yani elimizdeki en büyük güç olan sanatı dinamik tutan kendisinde bulunan devrim ateşidir. Bu ateş yandığı sürece insanlık için her zaman umut olacaktır."

Sevdiğiniz bir oyun var mı, neden?

Tavlayı çok severim ve fırsat buldukça da oynarım. Tavla tam bir yakın ve orta doğu oyunudur. Bu sebeple din tesiri altında olmaması asla beklenemez. Oyun tahtası hayatı simgeler; günler, aylar, mevsimler hepsi tahtada vardır ve siz o hayatın içinde kaderinizi yönlendirmeye çalışırsınız. Ne kadar iyi seviyede oyuncu olsanız da her zaman olayları sizin dışınızda etkileyen, kontrol eden bir güç vardır, zar!


Tavla oynayanlar bilirler ki zara küfredilmez, kötü zar gelince sövmek, sinirlenmek, hayatta kadere sövmek ile denk düşer. Zarın hayattaki karşılığına sen kader dersin, ben tanrı derim, bir başkası enerji der ve tavlada her seferinde karşıdaki rakiple değil zarla mücadele edersin.

Tavlada hile de yapılamaz. Hile yapılacak, karşıdakini tuzağa düşürecek gizli bir hamle yoktur, planlayamazsınız. Bazen sırf rakibin oyun sahasına girmek için açıkta pul bırakabilirsiniz ancak her şey ortadadır ve rakip isterse pulunuzu vurmadan geçebilir, eğer olur da zar gelir ve rakibiniz vurmak zorunda kalırsa, işte o da, onun kaderidir... Ne kadar oynarsam oynayayım asla bıkmayacağım, bir arkadaşımla oynamaya başladıktan sonra bir ara kafamızı kaldırıp saate baktığımızda 12 saattir oynadığımızı fark etmeyecek kadar kendimizden geçtiğimiz, gelmiş geçmiş en iyi oyundur tavla.

Bodrum Dergi Web Sitesi © Yabancı Ses Prodüksiyon tarafından hazırlanmıştır.

bottom of page