top of page
  • Yazarın fotoğrafı: Ali Tanrısever
    Ali Tanrısever
  • 5 Kas 2022
  • 5 dakikada okunur
arayıcı esnafıyım ben. adımın bir önemi yok. anlatacağım olay 1992 yılında izmir alsancak’ta geçti. evleneli on yıl olmuştu ve çocuğumuz altı yaşına gelmişti. 1,5 yıldır işsizdim ve doğduğum, büyüdüğüm topraklardan uzakta, tek bir akrabamın olmadığı bu şehirde bütün iş görüşmelerim olumsuz sonuçlanıyor, ‘gel bir deneyelim’ denilen işleri de ben beğenmiyordum. bir şey yapmalıydım. birinin yanında çalışmayı düşünmüyordum. eski işimi, memuriyet olduğu ve uzun yıllar masa başında çalışamayacağımı anladığım için bırakmıştım. kendi başıma bir iş yapmalıydım ama beş param yoktu bir iş kurabilmek için.

bir gün havanın daha yeni kararmaya başladığı saatlerde eve dönerken çöpleri karıştıran genç bir adam gördüm. kendi boyunun iki katı büyüklüğünde bir çuvalı çekçek kafesin içine yerleştirmiş, çöpün içinden bulabildiği kâğıtları ve teneke kutuları ayrıştırıyor, bu çuvalın içine yerleştiriyordu. bir yandan da anlamadığım bir dilde türkü söylüyordu. işini ciddi bir şekilde yapmakla birlikte, yaparken eğleniyordu da.

işte dedim, bu benim işim. ben bu işi yapmalıydım. eve geldim. yemekten sonra ve tüm gece boyunca bu işi düşündüm. eşime açmaya cesaret edemedim. “çöpçü mü olacaksın” diyecekti, biliyordum ama kötü biçimde takmıştım bu işi kafama. işe başlama, bırakma saati yoktu. patronu yoktu. müdürü yoktu. iş arkadaşı yoktu. harika bir işti. lezzetli bir, bir başına buyrukluktu. her günün, bir diğeriyle aynı olmayan serüvenli bir yanı olacaktı. tam benlikti.

ertesi gün aynı saatlerde o genç adamın yolunu gözlüyordum. gidip konuşacaktım. bu işe nasıl başladığını, benim bu işi yapmam için nereden başlamam gerektiğini soracaktım, sordum da... bu bölgede çalışmak istiyorsam güney zümre’ye başvurmalıydım. oradan iznim olmadan bu işi yapamazdım. bana yardımcı olacaktı ama çok zordu. şartları ağırdı. altından kalkabilecek miydim? “kalkarım” dedim, denemek istediğimi söyledim. şanslıydım, yılda iki kez toplanan güney zümre önümüzdeki salı toplanacaktı. beni oraya kendisi götürecekti. salı gününü iple çektim. söylediği yerde buluştuk. onu, siyah takım elbise, beyaz gömlek, siyah kravat, pırıl pırıl mokasenleriyle görünce çok şaşırmıştım. öylesine şıktı ki bir şirkette üst düzey yönetici gibi duruyordu. “bir yerde oturup bir şeyler içelim rahatlarsın” dedi. daha çok heyecanlandım. rahatlayacak ne vardı anlamıyordum.

oldukça lüks bir kafe bara girdik. garsona iki viski söyledi. hayatımda dışarıda bir yerde ilk kez viski içecektim ve bunu bir çöp toplayıcı ile yapıyordum. kendimi çok eğreti hissediyordum. viski beni rahatlatmadı. çünkü az sonra, viski içmeyi gerektirecek derecede önemli bir olayın içine gireceğimi hissetmeye başlamıştım. hesabı ödedi, kalktık.

dışarı çıktığımızda yağmur çiseliyordu. iki sokak ötede bahçe içinde iki katlı ahşap bir köşkün yan kapısından içeri girdik. köşkün ana kapısı önünde sohbet eden aynı kendisi gibi şık giyimli adamlara uzaktan eliyle selam verdi. hizmetli kapısından içeri girer girmez sağ taraftaki küçük bir odaya soktu beni ve “burada bekle” dedi, çıktı. orada ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum ama sanırım yarım saatten fazlaydı. sonra içeri iki kişi girdi ve “gözlerini bağlamamız gerekiyor” dedi. viski etkisini hissettirmeye başlamıştı, rahattım. sessizce itaat ettim. gözlerimi bağladılar ve koltuk altımdan bana destek olarak yürütmeye başladılar. sekiz on basamak merdiveni birlikte çıktık, bir süre yürüdük, bir iki basamak daha çıktık. sonunda bir kapıyı çaldılar, kapı açıldı ve içeri girdik. kalabalığın fısıltılar hâlindeki konuşmaları ve zemindeki ahşap rabıta üzerindeki ayak sesleri kesildi. kapının ağzında durduk. gözlerimi açtıklarında gördüğüm manzara şuydu: on metre kadar önümde yüksek bir koltukta tahtındaki bir padişah gibi başında kavuk, üzerinde kaftan bir adam oturmakta. tam padişah olacakken yarım kalmış, ama bu hayalden de vazgeçmemiş gibi bir hâli var. üzerinde kaftan kesin vardı da kavuğu hafızam mı ekliyor bilemiyorum. ama nedense bir kavuk imgesi kalmış belleğimde. iki yanında daha alçakta benzer kıyafetlerde iki adam daha oturmakta. onların başında kavuk yok. salonun sağında ve solunda ise ayakta durmakta olan yaklaşık 60 kadar erkek. hepsi bana bakıyor. bense tam karşımdaki tahtta oturan adama.

tok bir sesle “hoş geldin” dedi. sesi odanın içinde yankılanmıştı. sesimi çıkarmadan, başımı öne eğerek “hoş bulduk” dedim. sadece dudaklarımı kımıldatarak söylemiştim bunu. sağında duran adama dönerek, “bunun kefili sen misin” diye sordu. sağında duran adamın beni oraya getiren çöp toplayıcı genç olduğunu o an fark ettim. “benim” dedi çöp toplayıcı. “her şeyine kefil benim” diye tekrarladı. kendisine minnet duymakla birlikte çok aşağılandığımı hissettim. o kimdi de bana kefil oluyordu? beni tanımıyordu bile. beni sorgusuz sualsiz buraya nasıl getirdiğini, bana niçin güvendiğini bile anlamamıştım. tahtta oturan kavuklu bana, “dindar bir insan mısındır” diye sorunca, “değilimdir” dedim. “ama allah’a inanırım” demek ihtiyacını hissettim nedense. “allah’a inanmak önemlidir bizim için” dedi.

bundan sonra olanlar bayağı uzun ve konumuzun dışında. şimdilik bende saklı kalsın. ama uzun ve akıl karıştırıcı sınavdan başarıyla çıkmıştım.

sınavın sonunda kavuklu solundaki adama dönerek, “söyle bakalım yiğitbaşı, nedir durumumuz, var mıdır gedik” diye sordu. yiğitbaşı önündeki kağıtları karıştırdı ve “yok bir gedik” diye mırıldandı. bunun üzerine tahttaki kavuklu bana dönerek “ihtiyarlar meclisince 3 yıllığına seçildiğim bu koltukta 107 yıldır oturuyorum. bu süre zarfında gedik olmadan yeni birini aramıza almadım. gedik, tahmin edebileceğin gibi “eksik” demektir. arayıcı esnafın sayısı sabittir. bir arayıcı esnaf boşluğu doğmadan aramıza yeni bir arayıcı alamayız” dedi. sonra iki yanda ayakta duran kalabalığa doğru bakarak, “var mı ahir zamanında köşesinde, minderinde oturup tespihini çekmek isteyen” diye sordu. kalabalık hafiften bir kıpırdandı, yan gözlerle birbirini süzdü ve düşünceli bir sessizlik hâkim oldu salona. bunun üzerine sonradan unvanının şeyh subaşı olduğunu öğrendiğim kavuklu, “aralarından sence en yaşlısı hangisi ise onu göster bakalım, zira o ölünceye kadar gelirinin bir kısmını onunla paylaşacaksın, ölüme yakın olmasını istersin” dedi.

ben adama, “nasıl yani” gibilerden bakınca, “ömrünün sonuna kadar onu geçindirecek paran varsa şimdi verebilirsin ve o da işini sana bırakır, yoksa yanına git ve sağ elini omuzuna koy” diye buyurdu. büyülenmiş gibi iki yanımdaki kalabalığı uzun uzun süzdüm. içlerindeki en yaşlısı gibi gördüğüm altmış yaşlarındaki birinin yanına giderek omuzuna dokundum. şeyh subaşı, “bunca insanın içinde bula bula benim oğlumu buldun demek” diyerek ekledi; “175 yaşlarında olmalı, bayağı iyi bir seçim” derken hafifçe gülümsedi. ilk başlarda söylediği “107 yıldır bu koltukta oturuyorum” sözünü bir dil sürçmesi ya da bir mübalağa olarak görmüştüm ama şimdi oğlunun 175 yaşında olduğunu söylemek de neyin nesi oluyordu?

sonradan anlayacaktım ama bu konu da bana kalsın. sırrım iki oldu. anlatırım bir ara onu da size.


şeyh subaşı sağında duran kefilime dönerek, “mührü yanında mı” diye sordu. kefilim sağ elime doğru bakarak “evet, mühür parmağında” dedi. şeyh bana dönerek, “ver bakalım şu mührü, bitirelim bu işi artık” dedi. parmağımda takılı, hiç çıkarmadığım, babamdan bana yadigâr, dedemin dedesine ait mühür yüzükten bahsettiklerini anladım. parmağımdan çıkardığım, üzerinde osmanlıca, “habib allah” yazan yüzüğü ileri doğru uzattım. şeyh, “gel yanıma bakalım” diye eliyle işaret etti ve ben sarsak adımlarla şeyhin önüne giderek durdum. ayağa kalktı. yüksekteki basamaktan yanıma inerek avucunu açtı. avucunun içine bıraktığım yüzüğüm, közden alınmış kor hâlindeki bir ateş parçasına döndü. sağ elimi tutup kolumu iç tarafını göreceği şekilde çevirdi ve mührü tam bilek içime bastırdı. mangal üzerine bırakılmış kuyruk yağı gibi bir koku geldi burnuma ve “habib allah” yazısı bileğimin iç kısmına nakşedildi. ahşap zemin canlı bir varlıkmış gibi ayağımın altında kımıldamaya başlamıştı. derimin kavrulduğunu görebiliyordum ama en ufak bir acı, yanma hissetmiyordum. kızıldan mora, mordan kül rengine dönen mührüm bir dövmeydi artık.


“aramıza hoş geldin arayıcı” dedi şeyh ve herkes iki elini göğsünün üzerinde çaprazlamasına birleştirerek öne doğru eğildi ve beni selamladı.

işte o gün bugündür arayıcı esnafı olarak bu mesleği icra ediyorum. aslında daha karmaşık ve uzun bir hikâyedir ama olan biten özetle tam da böyleydi. geçtiğim sınav başlı başına ayrı bir hikâyedir. yaş mevzuları da öyle..


başımdan geçen bu hikâye durup dururken aklıma gelmedi.

“nereden geldi” diye soracak olursanız onu da anlatayım..


arayıcı esnaflığı yapmakta olduğum otuz yıl boyunca bir çok kişi bana, “bu işi biz de yapmak isteriz, ne yapmamız gerekir” diye sorduysa da gerçekten yapabilecek niteliklere sahip tek bir kişi çıktı, onunla da dün akşam karşılıklı birer viski içtik ve köşkten içeri ilk adımını attı. kefili bendim ve dün akşam şeyh subaşının sağında oturuyordum. çaylak arayıcının üzerinde çapa bulunan gümüşten mühür yüzüğü vardı. dün akşam bileğinin iç kısmına dövme olarak nakşedildi.


bu hikâyeyi size anlatmam gerektiğini dün akşam düşündüm. bu sabah da anlattım işte...


demem o ki çöp konteynerlerinin içine kafasını sokmuş, cam, plastik, kağıt ve işe yarar nesneleri ayıran arayıcı esnafını öyle pek de küçümsemeyin. tabii gördüklerinizin hepsi tescilli arayıcı esnafı değil.


günümüzde bir çok arayıcı esnafı evinde otururken kendisine ait bölgede onlarca adam çalıştırmakta. bizim gibi bizzat işinin başında olan arayıcı esnafı giderek azalmakta.


“her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabında, benim ki de öyle...


  • Yazarın fotoğrafı: Ali Tanrısever
    Ali Tanrısever
  • 21 May 2022
  • 5 dakikada okunur

“her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabı öyküsünde. benimki de öyle...


heidelberg, ‘alt stadt’ bölgesi-almanya


arabanın silecekleri, yağmur sularını sağa sola savurmakta aciz kalıyor. direksiyon başında yaşlı şoför ve ben gecenin ıssızlığında karanlık bir ormanın içinde yol alıyoruz. istasyondan bindiğim eski ve her yanından başka bir ses gelen araba, bahçe içindeki beyaz evin önünde duruyor. şoför omzunun üzerinden “burası” diyor. önceden anlaştığımız paranın biraz üzerindeki tutarı uzatıp dışarı fırlıyorum. çantamı kafama siper ederek mermer merdivenleri hızla çıkıyor, kendimi sundurmanın altına atıyorum. üstümü başımı düzeltip zili çalmaya yeltendiğimde, kapı kendiliğinden açılıveriyor.


45-50 yaşlarında, hizmetçi kıyafetli kadın bana bakıyor ve geriye çekilerek içeri buyur ediyor. dışarıdan küçük bir saray yavrusu gibi görünen evin hayal ettiğim kadar büyük olmadığını fark ediyorum. antrenin her iki yanında kapıları açık duran birer oda, üst tarafta ise iki basamakla çıkılan bir hol var. iki adım atıp içeri girdiğimde kapı arkamdan kapanıyor. hizmetçi bana holdeki kanepeyi göstererek oturmamı söylüyor, oturuyorum. üzerinden sular süzülen çantamı ayak ucuma bırakıp ahşap merdivenlerden yukarı çıkan hizmetçiyi izliyorum. üç dört dakika sonra siyah takım elbisesi, beyaz gömleği, siyah kravatıyla 25 yaşlarında bir genç aşağıya iniyor. saçları özenle ortadan ayrılarak taranmış, bıyıklı bir genç. dikkat çekecek derecede beyaz, kumaş eldivenler var ellerinde. eldivenlerini çıkarmadan bavyera aksanlı almancasıyla “merhaba” diyor. “merhaba” diyorum, eldivenli elini sıkarken.


“bayan sava size yatacağınız odayı göstersin, dinlenin, sabah kahvaltıda konuşuruz” diyor. o bunu söylerken bayan sava çağrılmış gibi merdivenlerden iniyor. ayağımın ucunda, yerde duran çantamı alıyor ve tekrar merdivenlere yöneliyor. ben de arkasından çıkıyorum. girdiğim küçük odada tek kişilik bir yatak, üzerinde sürahi ve bardak olan bir komodin, yerde de küçük bir halı var. hepsi bu. henüz sesini duymadığım sava, dışarı çıkıp arkasından kapıyı kapatır kapatmaz kendimi yatağa atıyorum. O sırada gözüm komodinin üzerindeki kataloğa takılıyor. alıp bakıyorum. kapakta; ‘heidelberg üniversitesi dil bilimi ve ses enstitüsü papağan dili yüksek lisans bölümü’ yazıyor. gülümsüyorum. bunun için buradayım. açmadan yerine bırakıyorum. gözlerim kapanıyor...

2 gün önce. cağaloğlu-istanbul

nefes nefese girdiğim gazete binasının üçüncü katındaki spor servisine asansörü beklemeden merdivenden çıkıyorum. geç kaldım… servise girerken Belgin hanım gülümseyerek, “seni dış haberlerden bekliyorlar” diyor. içimden “oğlum yurt dışına maça gidiyorsun” diyerek sırıtıyorum. aynı hızla, dış haberler müdürünün yanına çıkıyorum. müdür, “senin almancan iyiydi değil mi” diye soruyor. “evet” diyorum heyecanla. “ailem hâlâ almanya’da, ben de çifte pasaportluyum.” kafasını sallayıp “almanya’da sana ihtiyacım var. bu işi verebileceğim başka kimse yok. herkesin işi başından aşkın” diyor. küçümsüyor mu bizi bu herif? ne de olsa spor servisi çalışanları diğerlerine göre bir avuç yaygaracı. üstelik ben, bu yaygaracılar arasında bile çaylağın tekiyim. “heidelberg’e gidiyorsun” diyor. sonra ezberden okuyamayacağını düşünerek önündeki kağıt yığınından bir sayfa çekiyor. heidelberg üniversitesi dil bilimi ve ses enstitüsü papağan dili yüksek lisans bölümü. “buraya gideceksin... detayları sana editör anlatacak, yanına uğra.”

kapı çalıyor. uyanıyorum. Ortalık henüz aydınlanmamış. nerede olduğumun ayırdına varıyorum. bayan sava’nın sesi geliyor. “guten morgen herr ali!” saatime bakıyorum, 06.30. içimden sırp asıllı olduğunu tahmin ettiğim alman sava’ya küfür savuruyorum, uyku sersemliğiyle. “kalktım bayan sava” diye sesleniyorum. ayak sesleri uzaklaşıyor. yattığım gibi kalkıyorum yataktan. giyiniğim... çantamı alıp odadan çıkıyor, sofaya iniyorum. enstitü müdürü delikanlı özenle taranmış saçları, sinekkaydı tıraşı, ellerinde kar gibi beyaz eldivenleri ve üzerindeki siyah takım elbisesinin içindeki kolalı beyaz gömleği ile bir dük edasıyla bekliyor. günaydınlaşıyoruz, “kahvaltıdan önce size çalışmalarımızı yerinde göstermek isterim” diyor. sofanın dip tarafındaki kapının kilidini üç kez çevirerek açıyor ve arkamızdan üç kez kilitliyor. anahtarı cebine sokuyor.aşağıya, mahzene doğru iniyoruz. yerin üç kat altına kadar inen bir merdiven bu. indiğimiz zemin siyah beyaz karo taşları ile bir satranç tahtasını andırıyor. zeminin tam ortasında en az üç metre yüksekliğinde, belki beş metre çapında çok büyük bir kafes var. içinde iki kaplan pekâlâ birbirine değmeden dolanabilir. burası orta çağ şatolarının mahzenlerinde bulunan küçük bir şapeli andırıyor. çok yüksek bir kubbesi var. kubbenin tam ortasından büyük bir türk bayrağı kafesin üzerine kadar iniyor. duvarlar, osmanlı dönemine ait çizimler, hilalli bayraklar, yeniçerilerin yer aldığı savaş sahneleriyle kaplı. konuya vakıf olmakla birlikte, mahzende bu görüntülerle karşılaşacağım aklımın ucundan bile geçmemiş. yanımda durarak dikkatle beni izleyen müdür ben sormadan sakince cevaplıyor. “öğrencimizin yaşamını sürdüreceği kilisenin birebir kopyasını yarattık burada.”

dış haberler servisinin editörü beni sırıtarak karşılıyor. “sanki bu işi sana mı kilitlediler” dercesine bir sırıtış bu. hemen konuya giriyor. spor muhabiri ile muhabbet etme meraklısı değil elbette. “müdürüm anlatmıştır işi. sana detayları vereyim.” bahsedilen köy; viyana seferleri döneminde yeniçerilerin uzun süre kaldığı, kimisinin de yerleşip çoluk çocuğa karıştığı bir köy. o nedenle köye, ‘‘küçük türkiye’’ deniyor. köyün maskotu olan bir de kuş var. kuş dediysek öyle sıradan bir kuş olduğunu sanma, oldukça yetenekli bir papağan. kuşa pek çok türkçe kelime öğretilmiş; ‘allah allah, canım, canım benim, gülüm’ gibi. hoşlanmadığı kişileri ise tek bir kelimeyle karşılarmış, ‘manyak’.


papağan bir gün ortadan kaybolmuş. tüm aramalara rağmen bulunamamış. ününü bu papağana borçlu alan köy halkı onun kaybolması üzerine paniğe kapılmış. bizim gazetenin almanya baskısı bunu haber yapınca, diğer alman gazeteleri de olayın üzerine gitmeye başlamış. gazete kayıp papağanın bulunması için bir kampanya başlatmış. türkler ve almanlar olaya büyük ilgi duymaya başlamışlar hatta, nürnberg başkonsolosu ve türk dernekleri köyü ziyaret etmişler.” editör ara verip sigarasından bir nefes, çayından bir yudum alıyor, benim şaşkın bakışlarım altında sırıtarak anlatmaya devam ediyor. “neticede papağan bulunamıyor. bunun üzerine seylan’dan ikinci bir papağan getiriliyor. sıra köyün yeni maskotuna türkçe öğretilmesine geliyor. bizim gazete yeni bir kampanya yaparak papağana türkçe öğretecek bir aile aramaya başlıyor. bu haber gazetelerde yayınlanır yayınlanmaz, hem gazetenin hem de köyün yetkilisi herr fliegauf’un telefonları kilitleniyor. sonunda stuttgart’ta yaşayan bir türk ailesi uygun bulunuyor. ancak bu sefer köy halkı papağanın almanca da öğrenmesini istiyor.

olay, iki dil konuşması istenen bir papağan meselesine dönünce araya heidelberg üniversitesi giriyor ve ‘bu iş aileyle falan çözülemez, bu bir uzmanlık alanıdır ve bilimin işidir’ diyerek papağanın hem almanca hem türkçe eğitiminin bir yıl boyunca Üniversitelerinin dil bilimi ve ses enstitüsü bölümünce verilmesini talep ediyor. bu kabul görünce üniversite senatosu toplanarak papağan dili yüksek lisans bölümünü açıyor. ardından ali’nin bölüme kaydı yapılıyor. anlayacağın, papağan ali, master’ını tamamlamış, bu hafta mezun oluyor.”


editör, kendi kendine yanıp filtresine dayanmış sigarasını küllüğe bastırarak bana bakıyor. bense, dinlediğim her şey çok mantıklı, anlatılan hikâyede hiçbir absürtlük yokmuş da tuhaf olan tek şey oymuş gibi soruyorum.

“papağanın adı ali miymiş?” “evet, kaybolanın ali’ydi, bunun adını da ali koymuşlar. adaşın!”

gözüm mahzenin yüksek kubbesinden sarkan türk bayrağı ile kafese kayıyor. o ana kadar fark etmediğim, kafesin tellerine pençeleri ve gagası ile tutunmuş bana bakan papağanla göz göze geliyorum.

sesini çıkarmadan arkamda duran genç enstitü müdürüne dönüp, “ali bu mu” diye soruyorum cevabını bildiğim hâlde. “evet” diyor müdür “kendisi ile konuşabilirsiniz” deyince, kafese iyice yaklaşıp rengârenk tüyleri ile put gibi kımıldamadan duran papağana “n’aber ali” diyorum. ali doğrudan cevaplıyor “manyak!” ben şaşırıp müdüre bakıyorum. o ise ellerini arkasında kavuşturmuş, dimdik duruyor ve gülümsüyor. “yirmiye yakın türk öğrenci, papağanla konuşabilirsiniz dendiğinde hemen hepsinin ilk sözü “n’aber” oldu. biz de bu soruya karşılık olarak öğrencimize manyak demeyi öğrettik” diyor. hayatımda bu kadar bozulduğumu hatırlamıyorum. bir türk olarak kanıma dokunuyor bu durum. müdür bu kadar yeter dercesine “hadi artık yukarı çıkalım, bild’in muhabiri de gelmiştir. diploma töreni sonrasında onu size emanet edeceğiz” diyor. birlikte merdivenleri tırmanıyoruz, müdür önde, ben arkada. kapının kilidini üç kez çevirip açıyor ve anahtarı kapının dışında bizi bekleyen bayan sava’ya uzatıyor. sofada oturmuş bekleyen bild muhabiri bizi görünce ayağa kalkıyor.


müdür, 20’li yaşlarında, gözlüklü, bir çömez olduğu ilk bakışta anlaşılan muhabirin elini sıkarken “hoş geldiniz bayan gulay” diyor. bild de bir çömez türk göndermiş bu konunun manâ ve ehemmiyetine binâen!


sofadaki yuvarlak masanın etrafına oturup masanın üzerinde hazır duran 20 sayfaya yakın ‘öğrenci teslim belgesi’ni bayan gülay ile birlikte tek tek imzalıyoruz. Bu sırada bayan sava, elinde taşıdığı büyükçe bir kafesle birlikte öğrenci papağan ali’yi de sofaya getiriyor. hepimiz ayağa kalkarak, müdürün bize sunduğu kırmızı bir kurdele ile bağlı rulo hâlindeki ‘heidelberg üniversitesi dil bilimi ve ses enstitüsü papağan dili yüksek lisans bölümü diploması’nı teslim alıyoruz...

kapıdan güneşli bir heidelberg sabahına çıkıp, mermer basamaklardan aşağı inerek demir parmaklı bahçe kapısının önünde bizi bekleyen ve üzerinde ‘universität zu heidelberg’ yazan siyah volkswagen minibüse biniyoruz. ben, gülay ve ali... araba bizi ali’nin yeni ikâmetgâhı ipthausen köyü kilisesine ulaştırmak üzere hareket ediyor... bu sırada yeni mezun ali, gülay’ın merhabasını karşılıyor, manyak!

“her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabı öyküsünde. benimki de öyle...


kadıköy-2017


Bodrum Dergi Web Sitesi © Yabancı Ses Prodüksiyon tarafından hazırlanmıştır.

bottom of page