top of page
  • Yazarın fotoğrafı: Ali Tanrısever
    Ali Tanrısever
  • 18 Şub 2023
  • 5 dakikada okunur
Yıl 1981 başları olmalı. İhtilal olmuş, sokağa çıkma yasağı sürmekte. Saat 24.00’den 06.00’ya kadar. Nişanlıyım o yıllar. Ben Kadıköy’de oturuyorum, nişanlım Yeşilköy’de. Son vapur saat 23.00’de. Geçtin, geçtin yoksa yandın! Hep yetiştim bu heyecanlı yolculuktan sonraki o son vapura... Taa ki o akşama kadar... Sirkeci’den kan ter içinde Karaköy’e koşturdum ama vapurun arkasından bakakaldım. Karaköy’de kalmıştım... Sokaklardaki tek tük ayyaş, keş, hippi tipli yabancılar otellere kapağı atmak için geziniyor ve beni süzüyor bir yandan.

Yıl 1981 başları olmalı. İhtilal olmuş, sokağa çıkma yasağı sürmekte. Saat 24.00’den 06.00’ya kadar. Nişanlıyım o yıllar. Ben Kadıköy’de oturuyorum, nişanlım Yeşilköy’de.

İstanbul’u bilenler bilir. Bilmeyenler için söyleyeyim, Eskişehir ile Bilecik, İzmir ile Manisa, Diyarbakır ile Mardin ne ise Kadıköy ile Yeşilköy de o!

Haftanın bir günü, genellikle cumartesi akşamı gidiyorum Yeşilköy’e yemeğe. Yemekten sonra aile ile çay, kek faslı. Nişanlı ile bakışma, gülüşme ve sonra geriye dönüş yolculuğu başlıyor.

Son banliyö treni ile Sirkeci’ye iniyorum. Yürüyerek Galata Köprüsü’nü geçip, Karaköy’den Kadıköy vapuruna biniyorum. Son vapur saat 23.00’de.

Geçtin, geçtin yoksa yandın! Hep yetiştim bu heyecanlı yolculuktan sonraki, o son vapura... Taa ki o akşama kadar... Sanırım tren geç geldi. Tam hatırlamıyorum şimdi. Sirkeci’den kan ter içinde Karaköy’e koşturdum ama vapurun arkasından bakakaldım.

Karaköy’de kalmıştım! Hemen dönüp müşteri bekleyen taksilerle görüştüm. Kimse karşıya geçmek istemiyor. Geçse dönemeyecek geri. 6 saat Kadıköy’de kalacak.

Çaresiz bir otele kapağı atacak, sabah eve döneceğim ama Karaköy o zamanlar şimdikinden bin beter. Akşam normal bir insan evladının oralarda dolanması bile başlı başına olay ki ben nişanlısı ve ailesi ile buluşmaya gitmiş şık, parlak, efendi, genç bir erkeğim o zamanlar.

Böyle bir erkeğin o saatlerde Karaköy’de dolanması, bir kadının dolanmasından farklı değil. Hatta belki daha da tehlikeli, işini bilen bir kadından…!

Neyse kış günü, hava soğuk, yağmur pis pis yağıyor. Saat on iki olmadan kapağı bir yere atmam gerekiyor, nesine bakıyorsam doğru düzgün bir otel arıyorum. Hani şimdi yıldız falan desen değil, tek yıldız, çeyrek yıldıza razıyım

ama yok.

Sokaklardaki tek tük ayyaş, keş, hippi tipli yabancılar otellere kapağı atmak için geziniyor ve beni süzüyor bir yandan. Hani “Bu nerede kalacaksa, biz de orada kalalım” gibisinden.

Hiç aklımdan çıkmıyor, lağımların açıkta aktığı, izbe bir sokakta, gördüm onu. Sokağın tek ışıklı tabelaya sahip oteli... Romania.

Dedim, “Babam Romanyalı, vardır bunda da bir hayır” içim ısındı birden. Bugün Afganistan’da olsa tek yıldız alamayacak otel ve daldım içeri.

Dalmamla geri çıkmak istemem bir oldu ama artık son 15 dakikam falan. Çıksam ve başka otelde yer bulamazsam buraya tekrar dönmem imkânsız. Resepsiyonda oturan gözleri dalmış gitmiş birkaç tipin, ben içeri girince fal taşı gibi açıldı göz kapakları.

Ben çaresiz “Oda var mı” diye sordum. Adam “Olmasa bile sizin için boşaltırız bir odayı” demedi ama olmasa derdi, eminim.

“Var” dedi, anahtarı uzattı. “Ben göstereyim odayı size” dedi. Birlikte çıktık. Hani Amerikan filmlerinde vardır, hapishaneler. Dikdörtgen şeklinde çepeçevre dört koridorda sıralı hücreler, ortası aşağıdaki avluyu görür. Otel işte o tipte bir eski handan bozma. Yerler 150 yıllık, yer yer kırık dökük, çökük tahta...

Taş merdivenleri çıktık. İkinci katta bir odanın kapısını açtı, beni buyur etti. Odada tek kişilik bir yatak, başucunda bir komodin, tavandan kordonuyla sarkan bir ampul ve bir de kapı arkasına çakılmış askıdan başka hiçbir şey yok.

O anda aklımdan “Keşke sokakta kalsaydım, beni askerler götürüp nezarete atsalardı” diye geçirdim. Sabah bırakırlardı, hiç değilse daha güvende olurdum ama tüm parlak fikirler gibi sonradan geldi aklıma.

Birden aklıma annem geldi. Kadın beni saat 12 olmadan bekliyor. Gelmezsem meraktan çıldırır.

Devir faili meçhuller devri. Benim durumumun meçhul olacak bir tarafı yok o zamanlar, başımda kavak yelleri esiyor ama anne, merak eder elbette.

Cep telefonunun icadına daha 15 sene falan var. Telefon açmalıyım. Odadan çıktım, koridorda odalarının önünde toplaşmış, sohbet eden, sigara içen tiplerin bakışları arasında tekrar lobiye indim. Lobi demek herhangi bir otele, mimarına, mühendisine, duvar ustasından badanacısına kadar herkese hakaret etmek ama anlayın diye lobi diyorum işte.

Adama, “Bir telefon açabilir miyim” dedim. Adam alt raftan çıkardığı telefonu, tezgâhın üzerine koydu.

Şimdi durum şu; bu adam ve hemen iki metre ötemde lobide oturan 4-5 adamın yanında anneme telefon edip, beni merak etmemesini söyleyeceğim. Hayır, hanım evladı olduğum her hâlimden belli ama bu tam üzerine tüy dikmek olacak. Çıtır çıtır yiyecekler bu gece beni..! Annem telefonu daha ilk çalmasında açtı. Ben hızlıca ve olabildiğince kısık bir sesle; vapuru kaçırdığımı, Karaköy’de bir otelde kalacağımı, sabah erkenden geleceğimi söyledim. Ve bu sefer parlak fikrim geç kalmadı. Anneme, “Babam nöbette mi yine” dedim. Hani babamın asker veya polis olduğunu zannetsinler diye. Kendimle övündüm. Çok parlak bir fikirdi. Annemin “Sen ne diyorsun” falan sözlerine aldırmadan, telefonu kapattım. Hızla odama çıktım, kapıyı kapatıp arkasından kilitledim. O yatağa yatacak değilim ancak sabaha kadar üzerinde oturmaya razı olduğum bir sandalye dahi yok odada. Çaresiz kabanımı çıkarıp yatağın üzerindekileri hiç açmadan battaniyenin üzerine serdim.

Kaban ile vedalaşmayı da kafama koydum o anda. Uzandım ve ana rahmindeki pozisyona geri döndüm. Tek derdim şu 5-6 saati sağ salim geçirmek ve sabah kendimi bu otelden sokağa atmak.

Tahta, derme çatma kapı çaldı. Tak, tak, tak..! Eğer kapı kısaca “madde” denilen tahtadan yapılma ise bu “tak, tak, tak”lar; kapı tahtasının moleküllerin titreşmesi sonucunda oluşan bir ses falan değildi. Doğrudan odanın içine kütlesi olan bronz bir gülle olarak girdi, nemli, sıvası yer yer dökük boş duvarlara çarptı, oradan sekti, ana rahminde yatmakta olan benim kulağıma ulaştı, orta kulağımdaki çekiç, örs, üzengi kemiklerini titreştirmedi, onlara direkt olarak abandı, itti ve beni ana rahminden dışarı fırlattı. Yatakta ayaklarımı yere basarak doğruldum ve bir süre daha bekledim. Ya ısrarla bir tak, tak, tak üçlüsü daha gelecekti ya da uyuduğum için daha fazla rahatsız edilmemem inceliği gösterilecekti.

İkisi de olmadı. Ben sessizce yatağın kenarında oturur beklerken kapı hızla itilerek, ilk hamlede ardına kadar açıldı. Kapıda eğer dik dursa en az, bir doksan boyunda olacak ama, kambur vaziyette ve omuzları düşmüş, iki büklüm olduğundan bir altmış beş boylarında görünen, tepesi kel ama uzun saçlı, seyrek de olsa sakallı, bıyıklı, esmer ötesi bir adam belirdi. Göz bebekleri bilmiyorum o sırada nerelerdeydi, sadece akları görünüyordu gözlerinin...

Buna rağmen kibar duruşlu bir adam diyeceğim ama “kibar” kelimesi üzerinde eğreti duracak. İki parmağı arasına sıkıştırdığı sigarayı gösterdi. Ateş istiyordu balta girmemiş ormanlarda dış dünyadan tamamen soyutlanmış hâlde yaşayan bir kabileden kopup gelmiş adam. Anladım uygar dünyada yaşayan bir adam olarak ve komodinin üzerinde duran Dunhill paketimin üzerindeki Zippo çakmağa uzandım ve ayağa kalktım. Döndüğüm noktada, odanın ortasına kadar gelmiş adamla burun buruna geldim. Havada gezinen alkol elle tutulur, gözle görünür yoğunlukta. Hiç ellemedim ve görmezlikten geldim alkolü. Adam elindeki sigarayı ağzına götürdüğünde bunun bir sigara değil, bir kağıda sarılmış minik bir saman balyası olduğunu anladım. Çakmağı çaktım, elimi titretmemeye çalışarak yakmaya çalıştım beyaz kağıt borunun ucunu ama yanmıyordu..! Daha doğrusu kağıt yanıyordu da içindeki madde tutuşmuyordu.

Balta girmemiş ormanlarda dış dünyadan tamamen soyutlanmış hâlde yaşayan bir kabilenin reisiyken kopup gelmiş ve burada, bu odada bula bula beni bulmuş bu adam ardımda komodinin üzerinde duran sigara paketini işaret etti. Döndüm, sigara paketini aldım, içinden bir tane çıkartıp uzattım. Kabile reisi, kendi kabilesinin lisanı ile sigarayı benim yakmamı istedi, yaktım. Kolayca anlaşılacağı gibi odanın ortasındaki adam ne istese anında yapacak durumdaydım. Sigarayı yaktım. Derin bir nefes çektim.

İyi geldi. Adama “eee” der gibi baktım. Adam uzanıp sigarayı elimden aldı ağzındaki boruya götürdü ve büyük bir maharetle içindeki maddeyi sonunda tüttürdü. Bir elinde benim yaktığım sigara, ağzında kağıda sarılmış saman balyalı boru ile döndü ve odadan çıkarken “mersi” dedi..

Evet... Mersi..! Bir mersi ancak bu kadar anlamlı, ancak bu kadar sevimli, ancak bu kadar huzur verici olabilirdi. Ve bir mersi, balta girmemiş ormanlarda dış dünyadan tamamen soyutlanmış hâlde yaşayan bir kabilenin reisiyken Karaköy’de Romania oteldeki odada beni bulan bir adama ancak bu kadar yakışırdı.

Ya da ben ona çok yakıştırdım bilemiyorum. Kapıyı kapattım ardından ve kilitlemeye dahi tenezzül etmedim artık. Yatağa uzanıp, pozisyonuma geri döndüm.

Gün henüz aydınlanmadan hemen önce duyduğum ezan sesini Kâbe ziyaretinde Hira Dağı’ndayken duysam bu kadar huşu içinde dinlemezdim. O anda bana niçin bir kitap indirilmediğini halâ düşünürüm...Tam yeri ve zamanıydı.. Ve ben hazırdım...

  • Yazarın fotoğrafı: BODRUMDergi
    BODRUMDergi
  • 10 Şub 2023
  • 2 dakikada okunur
Asıl mesleği doktorluk olan Türk Sineması’nın unutulmaz jönü, aksiyon filmlerinin bir numaralı ismi Cüneyt Arkın veya doğum adıyla Fahrettin Cüreklibatır; 1963-2021 yılları arasında 330 sinema filmi, dizi ve tiyatro oyununda rol aldı. Dublör kullanmadığı için tehlikeli sahnelerde pek çok kez kemikleri kırıldı, omuriliği zedelendi ve sakatlandı. Malkoçoğlu, Kara Murat ve Battal Gazi gibi birçok tarihî filmde “yenilmez kahramanı”, toplumsal filmlerin; “iyi kalpli”, “yiğit direnişçisi”, “yardımsever” ve “adaletli” karakterlerine hayat vererek büyük övgü aldı.

Cüneyt Arkın (08.09.1937 - 28.06.2022)

Cüneyt Arkın gerçek adıyla Fahrettin Cüreklibatır, 8 Eylül 1937’de Eskişehir’in merkezine bağlı Karaçay Köyü’nde doğdu. Babası Kurtuluş Savaşı’na katılmış Hacı Yakup Cüreklibatır’dır. Lise öğrenimini Eskişehir Atatürk Lisesi’nde tamamladı. 1961 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun oldu. Askerliğini bitirdikten sonra Adana’da doktorluk yaptı.


1963 yılında Artist Dergisi’nin yarışmasında birinci oldu. 1963’te Halit Refiğ’in teklifiyle sinema oyunculuğuna başladı ve 2 yıl içinde 30 film çevirdi. 1964 yılında oynadığı Gurbet Kuşları filminin finalindeki kavga sahnesi, kariyerinde bir kırılma noktası oldu. Bir süre daha duygusal-romantik jön karakterlerini canlandırdıktan sonra yine Halit Refiğ’in önerisiyle aksiyon filmlerine yöneldi. Bu dönemde İstanbul’a gelen Medrano Sirki’nde altı ay süreyle akrobasi eğitimi aldı.





Burada öğrendiklerini; Malkoçoğlu ve Battalgazi serilerinde beyaz perdeye aktararak, Türk sinemasına daha önce hiç örneği olmayan bir tarz getirdi. Kısa sürede avantür filmlerin en aranan oyuncusu hâline geldi.

1963-2021 yılları arasında 330 sinema filmi, dizi ve tiyatro oyununda rol aldı. Yeşilçam’ın dört yapraklı yoncası Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın ile çevirdiği birçok aşk filminde başrolü paylaştı ve yakışıklı esas jön rollerine hayat verdi. Malkoçoğlu, Kara Murat ve Battal Gazi gibi birçok tarihî filmde “yenilmez kahramanı” ve toplumsal filmlerin “iyi kalpli”, “yiğit direnişçisi”, “yardımsever” ve “adaletli” karakterlerini canlandırdı. Aralarında; Deli Şahin, Dünyayı Kurtaran Adam, Gırgır Ali ve Son Kahramanlar gibi birçok filmin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendi. Küskün Çiçek, Vatandaş Rıza ve Kartal Murat gibi filmlerin yapımcısı olarak yer aldı.

Dublör kullanmadığı için tehlikeli sahnelerde pek çok kez kemikleri kırıldı, omuriliği zedelendi ve sakatlandı. “İnsanlar Yaşadıkça” filmi ile 1969 Antalya Altın Portakal Film Festivali “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”, “Yaralı Kurt” filmi ile 1972 Adana Altın Koza Film Festivali “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”, “Mağlup Edilemeyenler” filmi ile 1976 Antalya Altın Portakal Film Festivali “En iyi Erkek Oyuncu Ödülü”, 1999 Altın Portakal Film Festivali “Yaşam Boyu Onur Ödülü”, 2013’de Engelsiz Yaşam Vakfı “Yaşam Boyu Meslek ve Onur Ödülü”, 18. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri “Sinema Onur Ödülü”, 2013 Yılı “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”, 2018 Altın Koza Film Festivali “Yaşam Boyu Onur Ödülü” ve 2021 “Türkiye Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nü kazandı.

28 Haziran 2022’de İstanbul’da 84 yaşında hayatını kaybetti ve Zincirlikuyu Mezarlığı’nda son yolculuğuna uğurlandı. İlk evliliğini 1964 yılında kendisi gibi doktor olan Güler Mocan ile yaptı. 1966 yılında kızı Filiz doğdu. 1968 yılında boşandıktan bir yıl sonra Betül (Işıl) Cüreklibatur ile evlendi. Bu evliliğinden de Kaan ve Murat adlarında iki erkek çocuğu var.




  • Yazarın fotoğrafı: BODRUMDergi
    BODRUMDergi
  • 5 Şub 2023
  • 2 dakikada okunur
Valilik öncülüğünde yıl boyunca yapılan kazılar, antik kentlerin korunmasına katkı sağlayınca kaçakçılar ve define avcıları da Muğla’yı terk etmeye başladı. Yapılan kazılarla Muğla’nın dört bir tarafında tarih gün yüzüne çıkartılırken emniyet güçleri de yaptığı operasyonlarla Muğla’yı kaçakçıların barınamayacağı bir il hâline getirdi. Çok sayıda ören yeri turizme kazandırılırken ziyarete gelenlerin tarih ve kültür turizmine olan ilgisi de arttı.


Muğla Valiliği Tarih ve Kültür Turizmine Olan İlgiyi Artırdı

Deniz, kum, güneş turizmi olarak bilinen klasik turizmin yanı sıra Muğla geliştirilen yeni turizm modelleri ile dikkati çekiyor. Muğla’nın tarih ve kültür turizminin altyapısı ve üstyapısı Muğla Valisi Orhan Tavlı’nın himayesinde ve talimatıyla Muğla Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığının destekleri ile adeta karış karış incelenip insanlığa kazandırılıyor.


Muğla’da 2023 Yılında Kültür Turizmi Patlaması Bekleniyor

Muğla Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı 2022 yılında 28 Arkeolojik kazı alanına sağladığı uzman personel dâhil toplam 590 kişilik istihdam ile bir yandan yıl boyunca Muğla’daki Arkeolojik kazılara destek olurken diğer yandan kazıların yapıldığı kırsal mahallelerin kalkınmasına da katkı sağlıyor.



Arkeolojiye Verilen Destek Meyvelerini Vermeye Başladı

Muğla’daki tarihi potansiyeli fark eden vali Orhan Tavlı, geldiği günden bu yana Muğla’nın dört bir tarafını bizzat dolaşıp, tek tek gezerek mevcut kazı alanlarının kapasitesini arttırdı ve Muğla’ya onlarca yeni kazı alanları kazandırdı. Yıl boyunca açık kalan kazılarda tarih gün yüzüne çıkarılıp turizme kazandırılırken, ziyarete gelenlerin Muğla tarih ve kültür turizmine olan ilgisi arttı. Alınan güvenlik önlemleri sayesinde kaçakçılar ve defineciler de Muğla’dan uzaklaşmak zorunda kaldı.


28 Antik Kentte 12 Ay Kesintisiz Çalışıyorlar

Muğla Valisi Orhan Tavlı’nın desteğiyle, 28 antik kentte; Arkeolog, Restorator, Sanat Tarihçisi, Mimar, Mühendis, Teknisyen ve işçilerin yer aldığı toplam 590 kişi, 12 ay boyunca çalışmalara aralıksız devam ediyor.



İşte Muğla’da yeniden gün yüzü gören antik kentlerdeki çalışma listesi:

  • Milas’ta; Latmos Herakleia Antik Kenti, Milas Beçin Kalesi Örenyeri Kazısı, Milas Sinuri Antik Kenti, Euromos Antik Kenti, İasos Antik Kenti ve Labranda Antik Kenti.

  • Marmaris’te; Phoenix Antik Kenti, Amos Antik Kenti ve Kastabos Antik Kenti.

  • Ula’da; Thera Antik Kenti, İdyma Antik Kenti ve Sedir Adası Kedrai Antik Kenti.

  • Seydikemer’de; Tlos Antik Kenti, Letoon Antik Kenti, Çaltılar Höyüğü Kazı Çalışması.

  • Yatağan’da; Stratonikeia Antik Kenti ve Lagina Antik Kenti.

  • Bodrum’da; Kissebükü - Anastasiapolis Kazısı ve Pedasa Antik Kenti.

  • Köyceğiz’de; Kaunos Antik Kenti ve Sultaniye Leto Kutsal Alanı.

  • Fethiye’de; Fethiye Kalesi Kazısı ve Kadyanda Antik Kenti.

  • Kavaklıdere’de; Hyllarima Antik Kenti ve Asarcıktepe Arkeolojik Kazı Alanı.

  • Datça’da; Knidos Antik Kenti.

  • Menteşe’de; Mabolla Antik Kenti.

  • Dalaman’da; Kalinda Antik Kenti.

Bodrum Dergi Web Sitesi © Yabancı Ses Prodüksiyon tarafından hazırlanmıştır.

bottom of page