Yıl 1981 başları olmalı. İhtilal olmuş, sokağa çıkma yasağı sürmekte. Saat 24.00’den 06.00’ya kadar. Nişanlıyım o yıllar. Ben Kadıköy’de oturuyorum, nişanlım Yeşilköy’de. Son vapur saat 23.00’de. Geçtin, geçtin yoksa yandın! Hep yetiştim bu heyecanlı yolculuktan sonraki o son vapura... Taa ki o akşama kadar... Sirkeci’den kan ter içinde Karaköy’e koşturdum ama vapurun arkasından bakakaldım. Karaköy’de kalmıştım... Sokaklardaki tek tük ayyaş, keş, hippi tipli yabancılar otellere kapağı atmak için geziniyor ve beni süzüyor bir yandan.
Yıl 1981 başları olmalı. İhtilal olmuş, sokağa çıkma yasağı sürmekte. Saat 24.00’den 06.00’ya kadar. Nişanlıyım o yıllar. Ben Kadıköy’de oturuyorum, nişanlım Yeşilköy’de.
İstanbul’u bilenler bilir. Bilmeyenler için söyleyeyim, Eskişehir ile Bilecik, İzmir ile Manisa, Diyarbakır ile Mardin ne ise Kadıköy ile Yeşilköy de o!
Haftanın bir günü, genellikle cumartesi akşamı gidiyorum Yeşilköy’e yemeğe. Yemekten sonra aile ile çay, kek faslı. Nişanlı ile bakışma, gülüşme ve sonra geriye dönüş yolculuğu başlıyor.
Son banliyö treni ile Sirkeci’ye iniyorum. Yürüyerek Galata Köprüsü’nü geçip, Karaköy’den Kadıköy vapuruna biniyorum. Son vapur saat 23.00’de.
Geçtin, geçtin yoksa yandın! Hep yetiştim bu heyecanlı yolculuktan sonraki, o son vapura... Taa ki o akşama kadar... Sanırım tren geç geldi. Tam hatırlamıyorum şimdi. Sirkeci’den kan ter içinde Karaköy’e koşturdum ama vapurun arkasından bakakaldım.
Karaköy’de kalmıştım! Hemen dönüp müşteri bekleyen taksilerle görüştüm. Kimse karşıya geçmek istemiyor. Geçse dönemeyecek geri. 6 saat Kadıköy’de kalacak.
Çaresiz bir otele kapağı atacak, sabah eve döneceğim ama Karaköy o zamanlar şimdikinden bin beter. Akşam normal bir insan evladının oralarda dolanması bile başlı başına olay ki ben nişanlısı ve ailesi ile buluşmaya gitmiş şık, parlak, efendi, genç bir erkeğim o zamanlar.
Böyle bir erkeğin o saatlerde Karaköy’de dolanması, bir kadının dolanmasından farklı değil. Hatta belki daha da tehlikeli, işini bilen bir kadından…!
Neyse kış günü, hava soğuk, yağmur pis pis yağıyor. Saat on iki olmadan kapağı bir yere atmam gerekiyor, nesine bakıyorsam doğru düzgün bir otel arıyorum. Hani şimdi yıldız falan desen değil, tek yıldız, çeyrek yıldıza razıyım
ama yok.
Sokaklardaki tek tük ayyaş, keş, hippi tipli yabancılar otellere kapağı atmak için geziniyor ve beni süzüyor bir yandan. Hani “Bu nerede kalacaksa, biz de orada kalalım” gibisinden.
Hiç aklımdan çıkmıyor, lağımların açıkta aktığı, izbe bir sokakta, gördüm onu. Sokağın tek ışıklı tabelaya sahip oteli... Romania.
Dedim, “Babam Romanyalı, vardır bunda da bir hayır” içim ısındı birden. Bugün Afganistan’da olsa tek yıldız alamayacak otel ve daldım içeri.
Dalmamla geri çıkmak istemem bir oldu ama artık son 15 dakikam falan. Çıksam ve başka otelde yer bulamazsam buraya tekrar dönmem imkânsız. Resepsiyonda oturan gözleri dalmış gitmiş birkaç tipin, ben içeri girince fal taşı gibi açıldı göz kapakları.
Ben çaresiz “Oda var mı” diye sordum. Adam “Olmasa bile sizin için boşaltırız bir odayı” demedi ama olmasa derdi, eminim.
“Var” dedi, anahtarı uzattı. “Ben göstereyim odayı size” dedi. Birlikte çıktık. Hani Amerikan filmlerinde vardır, hapishaneler. Dikdörtgen şeklinde çepeçevre dört koridorda sıralı hücreler, ortası aşağıdaki avluyu görür. Otel işte o tipte bir eski handan bozma. Yerler 150 yıllık, yer yer kırık dökük, çökük tahta...
Taş merdivenleri çıktık. İkinci katta bir odanın kapısını açtı, beni buyur etti. Odada tek kişilik bir yatak, başucunda bir komodin, tavandan kordonuyla sarkan bir ampul ve bir de kapı arkasına çakılmış askıdan başka hiçbir şey yok.
O anda aklımdan “Keşke sokakta kalsaydım, beni askerler götürüp nezarete atsalardı” diye geçirdim. Sabah bırakırlardı, hiç değilse daha güvende olurdum ama tüm parlak fikirler gibi sonradan geldi aklıma.
Birden aklıma annem geldi. Kadın beni saat 12 olmadan bekliyor. Gelmezsem meraktan çıldırır.
Devir faili meçhuller devri. Benim durumumun meçhul olacak bir tarafı yok o zamanlar, başımda kavak yelleri esiyor ama anne, merak eder elbette.
Cep telefonunun icadına daha 15 sene falan var. Telefon açmalıyım. Odadan çıktım, koridorda odalarının önünde toplaşmış, sohbet eden, sigara içen tiplerin bakışları arasında tekrar lobiye indim. Lobi demek herhangi bir otele, mimarına, mühendisine, duvar ustasından badanacısına kadar herkese hakaret etmek ama anlayın diye lobi diyorum işte.
Adama, “Bir telefon açabilir miyim” dedim. Adam alt raftan çıkardığı telefonu, tezgâhın üzerine koydu.
Şimdi durum şu; bu adam ve hemen iki metre ötemde lobide oturan 4-5 adamın yanında anneme telefon edip, beni merak etmemesini söyleyeceğim. Hayır, hanım evladı olduğum her hâlimden belli ama bu tam üzerine tüy dikmek olacak. Çıtır çıtır yiyecekler bu gece beni..! Annem telefonu daha ilk çalmasında açtı. Ben hızlıca ve olabildiğince kısık bir sesle; vapuru kaçırdığımı, Karaköy’de bir otelde kalacağımı, sabah erkenden geleceğimi söyledim. Ve bu sefer parlak fikrim geç kalmadı. Anneme, “Babam nöbette mi yine” dedim. Hani babamın asker veya polis olduğunu zannetsinler diye. Kendimle övündüm. Çok parlak bir fikirdi. Annemin “Sen ne diyorsun” falan sözlerine aldırmadan, telefonu kapattım. Hızla odama çıktım, kapıyı kapatıp arkasından kilitledim. O yatağa yatacak değilim ancak sabaha kadar üzerinde oturmaya razı olduğum bir sandalye dahi yok odada. Çaresiz kabanımı çıkarıp yatağın üzerindekileri hiç açmadan battaniyenin üzerine serdim.
Kaban ile vedalaşmayı da kafama koydum o anda. Uzandım ve ana rahmindeki pozisyona geri döndüm. Tek derdim şu 5-6 saati sağ salim geçirmek ve sabah kendimi bu otelden sokağa atmak.
Tahta, derme çatma kapı çaldı. Tak, tak, tak..! Eğer kapı kısaca “madde” denilen tahtadan yapılma ise bu “tak, tak, tak”lar; kapı tahtasının moleküllerin titreşmesi sonucunda oluşan bir ses falan değildi. Doğrudan odanın içine kütlesi olan bronz bir gülle olarak girdi, nemli, sıvası yer yer dökük boş duvarlara çarptı, oradan sekti, ana rahminde yatmakta olan benim kulağıma ulaştı, orta kulağımdaki çekiç, örs, üzengi kemiklerini titreştirmedi, onlara direkt olarak abandı, itti ve beni ana rahminden dışarı fırlattı. Yatakta ayaklarımı yere basarak doğruldum ve bir süre daha bekledim. Ya ısrarla bir tak, tak, tak üçlüsü daha gelecekti ya da uyuduğum için daha fazla rahatsız edilmemem inceliği gösterilecekti.
İkisi de olmadı. Ben sessizce yatağın kenarında oturur beklerken kapı hızla itilerek, ilk hamlede ardına kadar açıldı. Kapıda eğer dik dursa en az, bir doksan boyunda olacak ama, kambur vaziyette ve omuzları düşmüş, iki büklüm olduğundan bir altmış beş boylarında görünen, tepesi kel ama uzun saçlı, seyrek de olsa sakallı, bıyıklı, esmer ötesi bir adam belirdi. Göz bebekleri bilmiyorum o sırada nerelerdeydi, sadece akları görünüyordu gözlerinin...
Buna rağmen kibar duruşlu bir adam diyeceğim ama “kibar” kelimesi üzerinde eğreti duracak. İki parmağı arasına sıkıştırdığı sigarayı gösterdi. Ateş istiyordu balta girmemiş ormanlarda dış dünyadan tamamen soyutlanmış hâlde yaşayan bir kabileden kopup gelmiş adam. Anladım uygar dünyada yaşayan bir adam olarak ve komodinin üzerinde duran Dunhill paketimin üzerindeki Zippo çakmağa uzandım ve ayağa kalktım. Döndüğüm noktada, odanın ortasına kadar gelmiş adamla burun buruna geldim. Havada gezinen alkol elle tutulur, gözle görünür yoğunlukta. Hiç ellemedim ve görmezlikten geldim alkolü. Adam elindeki sigarayı ağzına götürdüğünde bunun bir sigara değil, bir kağıda sarılmış minik bir saman balyası olduğunu anladım. Çakmağı çaktım, elimi titretmemeye çalışarak yakmaya çalıştım beyaz kağıt borunun ucunu ama yanmıyordu..! Daha doğrusu kağıt yanıyordu da içindeki madde tutuşmuyordu.
Balta girmemiş ormanlarda dış dünyadan tamamen soyutlanmış hâlde yaşayan bir kabilenin reisiyken kopup gelmiş ve burada, bu odada bula bula beni bulmuş bu adam ardımda komodinin üzerinde duran sigara paketini işaret etti. Döndüm, sigara paketini aldım, içinden bir tane çıkartıp uzattım. Kabile reisi, kendi kabilesinin lisanı ile sigarayı benim yakmamı istedi, yaktım. Kolayca anlaşılacağı gibi odanın ortasındaki adam ne istese anında yapacak durumdaydım. Sigarayı yaktım. Derin bir nefes çektim.
İyi geldi. Adama “eee” der gibi baktım. Adam uzanıp sigarayı elimden aldı ağzındaki boruya götürdü ve büyük bir maharetle içindeki maddeyi sonunda tüttürdü. Bir elinde benim yaktığım sigara, ağzında kağıda sarılmış saman balyalı boru ile döndü ve odadan çıkarken “mersi” dedi..
Evet... Mersi..! Bir mersi ancak bu kadar anlamlı, ancak bu kadar sevimli, ancak bu kadar huzur verici olabilirdi. Ve bir mersi, balta girmemiş ormanlarda dış dünyadan tamamen soyutlanmış hâlde yaşayan bir kabilenin reisiyken Karaköy’de Romania oteldeki odada beni bulan bir adama ancak bu kadar yakışırdı.
Ya da ben ona çok yakıştırdım bilemiyorum. Kapıyı kapattım ardından ve kilitlemeye dahi tenezzül etmedim artık. Yatağa uzanıp, pozisyonuma geri döndüm.
Gün henüz aydınlanmadan hemen önce duyduğum ezan sesini Kâbe ziyaretinde Hira Dağı’ndayken duysam bu kadar huşu içinde dinlemezdim. O anda bana niçin bir kitap indirilmediğini halâ düşünürüm...Tam yeri ve zamanıydı.. Ve ben hazırdım...