top of page
  • Yazarın fotoğrafı: Ali Tanrısever
    Ali Tanrısever
  • 22 Şub 2022
  • 4 dakikada okunur

annem, doğrudan sokağa çıkılan kapısı ve tüm pencereleri ardına kadar açık evin sofasında dikiş dikiyordu. radyoda yurttan sesler kadınlar korosu türküler söylüyordu. her zaman uçuşarak sofanın ortasına kadar uzanan tül perdeler hiç kımıldamıyordu.


adam bir eliyle demiryolu köprüsünün korkuluğuna tutunmuş, aşağı bakıyor. benim çocukluk köprümün üzerinde diğer elindeki sigarasını ağır ağır ağzına götürüyor, derin bir nefes alıyor, verirken esen rüzgâr dumanı gerisin geriye, yüzüne doğru savuruyor. sigara dumanından yanan tek gözünü kapatan adam, açık kalan gözüyle bana bakıyor. gökyüzünde kocaman bir güneş var. sapsarı, kocaman, sıcak bir güneş. ortalığı sıcak bir sarıya bulamış, kocaman bir güneş.


köprünün altında, artık kullanılmayan ve kullanılmadığı için paslanmış demiryolunun rayları birbirine paralel uzayıp gidiyor. arada eksik traversler var. çürümüş, düşmüş, karanlık diş kovukları gibi zamanın acımasız iklimlerinde dağılmış, un ufak olup, doğaya geri dönmüş traversler. adam dumandan yaşaran gözünü açıp kapatırken, kıpırdatmadığı gözüyle bana bakıyor ve soruyor “aşağı inip alacak mısın o kutuyu?”


çocukluğum demiryolunun hemen kenarındaki iki katlı bir evde geçti. üst katta ev sahibimiz hacı amca otururdu. alt katta biz. demiryolu, evin zemininden, yani sokağımızdan yirmi metre aşağıda ufak bir vadide akıp gidiyordu. demiryolunun üzerinden geçen köprü bizim sokağımızı karşı sokağa bağlıyordu. bir yaya köprüsüydü benim çocukluk köprüm. ancak sağına ve soluna süt güğümleri bağlı yorgun, kalça kemikleri fırlamış, yaşlı beygirin geçebildiği bir yaya köprüsü.


annem, doğrudan sokağa çıkılan kapısı ve tüm pencereleri ardına kadar açık evin sofasında dikiş dikiyordu. radyoda yurttan sesler kadınlar korosu türküler söylüyordu. her zaman uçuşarak sofanın ortasına kadar uzanan tül perdeler hiç kımıldamıyordu.


biz, mahallenin çocukları köprünün kenarından raylara doğru inen dik yamaçta, çalılar arasında takılıp kalmış sigara paketlerini topluyorduk. ne kadar çok karton sigara kutusu ve kağıt sigara paketi vardı. her yerden uçarak, savrularak, rüzgârlara kapılarak gelen paketler, kutular demiryoluna inen bu dik yamaçlardaki çalıların dallarına asılarak son nefeslerini verirlerdi. içindeki sigaralar vasıtasıyla nefeslerini dumanlarıyla boğdukları insanların bedduaları da bu olsa gerekti.


envai çeşit sigara kutusu. bu kutuları dikkatle keser, en üstteki kapağı iskambil kağıtları gibi deste deste biriktirirdik. en az bulunan sigara kutuları en değerli olanlardı.


ben çok zayıf, çelimsiz, korkak bir çocuktum. bir de gözlüklü.. tel çerçeveli. çok aşağılara inemezdim o yamaçtan. ama hep en değerli sigara kutuları neredeyse raylara iki üç metre kala çalılara takılmış olurdu. tren penceresinden fırlatılan kutulardı onlar. oraya inen cesur ve gözü kara olan arkadaşlarım hep çok az bulunan ve bu yüzden en değerli kutu kapaklarına sahip olurdu. sipahi sigara kapağı bu nedenle en nadide parçaydı. elinde yüzlerce kutu kapağı olanda bile sadece bir tane sipahi kutusu olabilirdi. ya da hiç olmayabilirdi. sanırım en pahalı sigara oydu. o zamanlar benim gözümde zengin adam demek sipahi sigarası içen adam demekti. hiç görmemiştim ben sipahi sigarası içen adam. çok zengin bir adam da görmemiştim hiç. trende yolculuk eden zengin adamlardı onlar. yataklı vagonda seyahat ederlerdi. bembeyaz yastıklar, bembeyaz çarşaflar serilen, iki kişilik kompartımanlı yataklı vagonlarda. siyah takım elbiseli, beyaz gömlekli, siyah kravatlı garsonların hizmet ettiği yemek vagonunda ızgara etlerini yer, rakılarını içerken sipahi sigarası tüttürürdü sipahi sigarası içen zengin adamlar. sonra boş kutularını pencereden dışarı savururlardı.





onlar bembeyaz keten örtülü masalarda yemek yerken annem evin sofasında dikiş dikiyordu. radyoda yurttan sesler kadınlar korosu türküler söylüyordu. tül perdeler hiç kımıldamıyordu.


dumandan yaşaran gözünü kapatmış, kapatmadığı gözüyle bana bakıp “aşağı inip alacak mısın o kutuyu.?” diye soran adama baktım. dik dik baktım. ben yaşlarda, uzun boylu, yakışıklı bir adamdı. muntazam bir burnu, geniş bir alnı, kırlaşmış saçları, kirli bir sakalı vardı. kendinden emin, hatta biraz kendini beğenmiş bir havası olan adam, boş bir adama benzemiyordu.


“ben nasıl ineyim oraya bu yaşta” dedim. duymadı adam dediğimi.

sesim çıktığınca bağırarak tekrar söyledim.


“ben nasıl ineyim oraya bu yaşta?”


köprüde yalnız değildik. çevremizden insanlar geçiyor, dönüp bana bakıyorlardı. “niye bağırıyor ki bu adam şimdi” diye.


adam bu sefer duymuştu dediğimi. “sen çocukken de inemezdin aşağı!”


karşıdan simsiyah dumanlarını göğe savurarak bir kara tren geldi. tam köprünün altından geçerken dumanların içinde kaldık biz.


gökyüzündeki kocaman güneşi, sapsarı, kocaman, sıcak güneşi yuttu simsiyah duman. kapkara bir bulutun içindeyiz. kara tren geçip gittikten sonra uzun süre o kapkara bulutun içinde kaldık. adamı göremiyorum. o tren hiç kullanılmayan bu demiryolundan nasıl geçip gitti. hayalet tren gibi. bunu düşünüyorum. kara tren mi kaldı bu zamanda?


“aşağı inip alacak mısın o kutuyu, gözlük!” diyor gülerek.

“benim kutularım var!” diyorum. “bir sürü! hiç kimsede olmayan kutular bile var!” ben de gülüyorum ona inat. zorla gülüyorum.

“ benim kutularım var. bir sürü!”

adam aşağıdaki kutuyu gösteriyor. “sipahi var mı, sipahi?”

“yok!” diye bağırıyorum avazım çıktığı kadar.

“sipahi yok. sadece sipahi yok. diğer bütün sigara kutularının kapağı var!” diye bağırıyorum. adam susuyor.


dumanın dağılmasını bekliyorum. duman dağılıyor ama karanlık dağılmıyor. “akşam olmuş” diyorum. “annem merak eder.”


köprünün üzerinden düşünceli düşünceli işinden dönen adamlar bana bakıyorlar. annem evin sofasında dikiş dikiyor. yurttan sesler kadınlar korosu türkülerini bitirmiş. ajans vakti şimdi. adnan menderes’in yassıada duruşmalarından haberler veriyor spiker. tül perdesi hafiften kımıldıyor.


açık sokak kapısının eşiğinde duruyorum. annem iğnesini kumaşa saplayıp bana bakıyor. iğneyi benim başıma saplamış gibi karıncalanıyor başım. binlerce iğne batırmış gibi.


anneme “ben oraya nasıl inerim bu yaşta?” diyorum.

“anlattım adama. bir sürü kutum var ama sipahi yok” dedim.





“tek koluyla demiryolu köprüsünün korkuluklarına yaslanmış adama ben oraya nasıl inerim bu yaşta diye bağırdım. korkuluklara dayanmış öylece bakıp güldü bana.”


annem ayağa kalkıyor ellerimi tutuyor... iki elimi birden tutuyor annem, iki eliyle. sonra ayağına terliklerini geçiriyor, benim tek elimden tutarak sokağa çıkıyor, beni köprüye götürüyor. anneme bakıyorum yolda. gencecik. otuz yaşında ya var ya yok. simsiyah saçları. ben altmış yaşındayım. kırlaşmış saçlarım. köprünün üzerine geliyoruz..

kimseler yok köprünün üzerinde.

bir çocuk var sadece. zayıf, çelimsiz, ürkek bir çocuk.

bir de gözlüğü var. tel çerçeveli.

annem “yok burada adam falan” diyor.


çocuk bana bakıyor. amca “aşağı inip alır mısın o kutuyu? ben inemem oraya...” diyor zayıf, çelimsiz, ürkek, tel çerçeveli gözlüğü olan çocuk.

“ben nasıl ineyim oraya bu yaşta diyorum” çocuğa.

çocuk bana bakıyor, ağlamaklı.

“ama bir tek o sipahi kutusu yoktu bende...”


annem elimden çekiyor beni “görüyorsun burada ikimizden başka kimse yok.!”

dönüp eve geliyoruz. annem sofrayı hazırlıyor. babam yatak odasında namaz kılıyor. radyoda yassıada duruşmaları bitmiş. radyo tiyatrosu başlayacak birazdan. tül perde uçuşarak sofanın ortasında dalgalanıyor.


ali tanrısever | kadıköy


  • Yazarın fotoğrafı: Ali Tanrısever
    Ali Tanrısever
  • 1 Kas 2021
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 22 Şub 2022

bugün saat 16.00 da kızımın nikahı var... bodrum nikah dairesi’nde evleniyor kızım… uyuyamadım, fotoğraf makinemi aldım ve otel odamdan çıktım… akyarlar’ın o sakin, sessiz, insana huzur veren kıyısına indim. sabahın sessizliğinde kumla sabah sevişmesini yapan denizin yanından sessizce geçip teknelerin yan yana salındığı iskeleye geldim…


iki teknenin arasındaki daracık boşlukta ağlara takılmış balık gibi çırpınan denize baktım. deniz de insanın kafasını karıştırabilecek bir bakışla bana baktı...


“bu alemin tüm sırlarını bilirim ben.” diyen bir bakışla… böyle bir bakışın karşısında kayıtsız kalamadım ve “kızım gidiyor” dedim denize. “gidiyor mu” dedi deniz. “ona gidiyor denmez hem; buradan bakışla gidiyor olan, gittiği yerden bakışla geliyor olabilir,” dedi deniz.


insanın kafasını karıştırabilen bir deniz… “bu alemin tüm sırlarını bilirim ben” diyen, ukala bir deniz. “seni gören de, ettiği laflara bakınca okyanuslar, deryalar zanneder. iki tekne arasından sızan günün ilk ışıklarının, bölük pörçük aydınlattığı bir karanlık koridorda, kıyıyı kemiren bir buçuk metre genişliğindeki bir su parçasısın alt tarafı,” dedim.


sonra da kendime “sabah sabah bu agresiflik de neyin nesi?..” diye sordum. ama cümlemi beğendim… iyi kurgulanmış, güzel bir cümleydi… öznesi, yüklemi, benzetmeleri yerli yerinde…


“ukalaya, ukalaca karşılık vereceksin,” dedim kendime…

bir güven geldi üzerime... “ben babayım!..” dedim. “o senin bildiğin iskele babalarından değil!..”

deniz sakince “iyi misin sen kardeşim?..” dedi bana.

ukala mukala ama anlayışlı bir denizdi… ukala sözüne, ukalaca cevap vermeme, tekrar ukalaca cevap vererek bu saçmalığı sürdürmedi. sürdürse, ben de sürdürebilirdim. istediğim zaman bir denizden daha ukala olabileceğime özgüvenim tamdı…


“bulunduğu yer dar ama, ufku geniş bu denizin,” dedim içimden… “aferin!” dedim tekrar kendime, “deniz-ufuk” iyiydi bu da…


“iyilik veya kötülük değil mesele,” dedim. “iyilik ve kötülük sen ararsan var olur,” dedi tok bir ses yan taraftan. o yöne dündüm ve “ya, sen ne diyorsun allah’ın kazı” dedim… evet, kaza dedim.

orada durup lafa giren kaza…

denize baktım “aldırma sen ona” der gibi göz kırptı deniz.

“ne aldıracağım allah’ın kazına” der gibi göz kırptım denize…

kendime daha yakın buldum birden denizi.


ve “iyilik veya kötülük değil mesele” dedim tekrar denize doğru bakarak, kazı hiç kâale almadan… “anlıyorum” dedi kaz...

anlamayan herkes gibi, anlıyorum demek ihtiyacı hisseden kaz…

“agresif ve sıkıntılı biri,” dedi denize bakarak benim hakkımda.

ama bu sefer biraz anlamıştı…

bu sefer kaz ben orada yokmuşum gibi denize hitap etti. beni kâale almayarak, “insanlar can sıkıcı olmayan şeylerden hemen bıkarlar. bıkmadıkları şeyler ise çoğunlukla can sıkıcıdır,” dedi. kaz dedi bunu…

denize dedi. beni kâale almayarak…

“murakami” dedim denize… kaza hiç bakmadan… “murakami’den bir cümle duymuş bir yerlerden, burada üfürüyor,” dedim.

ve devam ettim “farkındaysan söylediklerinin konumuz ile hiç alakası yok...” deniz “aldırma sen ona” bakışını tekrar yöneltti bana.

ben denizin bana yönelttiği bakışı aldım, kendi bakışımla birleştirip kaza yönelttim… denizin “aldırma sen ona” bakışıyla, benim “aldırmıyorum sana, ama” bakışım birleşince çok karizma bir bakış olduğunu hissettim... o karizma bakışla kaza , “sen ‘sahilde kazsın’ dedim… ‘kafka’ değil!..” kaz hiçbir şey demedi... kabul ettim ki bakışım etkili olmuştu. ve yine kabul ettim ki ağır konuşmuştum...


üzülmedim… “kaz, kazlığını bilecek arkadaş,” dedim kendime.


ve tekrar “iyilik veya kötülük değil mesele,” dedim denize… “mesele hayat” dedim. “anlam” dedim… “hayatın anlamı” demedim!.. “mesele eser,” dedim… “nedir bu hayatta benim eserim” demedim!..

sözüm, kelimesi olmayan cevaplar gibi havada asılı kaldı... bir an havada sallandı… sonra denize düştü… batmadı… suyun üzerinde bir iki çırpındı… can havliyle sözüm, gözlerimin önünde yüzmeyi öğreniyordu. benim ve kazın şaşkın bakışları arasında...

önce kaza, sonra denize baktım…

ne oldu o “bu alemin tüm sırlarını bilirim ben” bakışlarınıza dedim...

denize dedim… kaza sadece baktım…


buna rağmen kaz konuştu. “belki de bütün babalar farklı farklı, parça parça bir eser yarattıklarını düşünürler ve parçaların önemini kavrayamazlar. ama aslında yarattıkları büyük ve tek bir eserdir. ve bu eseri yaratmak bütün bir ömürlerini alır. eserleri; kızlarıdır...” dedi. kaz dedi bunu!..

deniz sustu… ben de sustum.


“iki fotoğraf çek ve buradan uza!” dedim kendime… önce kazın, sonra denizin fotoğrafını çektim.

bir şey söylemedim… deniz de bir şey söylemedi... ama denizin üzerinde henüz uyanmamış, sabah mahmurluğunda bir sürü nazar boncuğu gördüm. objektifin içinden... onlarca nazar boncuğu…

arkamı döndüm yürümeye başladım. yine konuşan kaz oldu, “bir de bazı babalar vardır ki daha bir kazla, bir ördeği bile birbirinden ayıramazlar!..”


utandım… ama dönüp “ördek mi?!” demedim… diyemedim… dönüp bakarak, o pis sırıtışını görmek istemedim…



ali tanrısever 25 temmuz 2015 | perşembe saat 06.00 | akyarlar - bodrum


Bodrum Dergi Web Sitesi © Yabancı Ses Prodüksiyon tarafından hazırlanmıştır.

bottom of page